Şu An Hangi Kitabı Okuyorsunuz?

Başlatan Clint_Eastwood, 31 July 2008, 22:05:10

« önceki - sonraki »

mehmet yılmaz

İnce Memed 1-2-3-4 / Yaşar Kemal

"Dünyada çok şey kolay da, insan olmak zor" diyor İnce Memed 4'te Yaşar Kemal.

Evet, İnce Memed 4 bitti. Hatta İnce Memed bitti ve biterken içimde kocaman bir boşluk bırakarak bitti. Tam 2.165 sayfa ve ben 13 gündür onu okuyor, İnce Memed'le yatıp İnce Memed'le kalkıyorum. Nihayetinde vedalaştık romanla.

Elbette, bir başyapıt bu. Birincisi destanın doğuşu ama bilhassa dördüncüsü aradaki küçük düşüşün ardından zirveyi görmüş.

Yaşar Kemal, Çukurova gibi bereketli bir coğrafyayı bereketli bir edebiyat anlatısına çevirirken, tıpkı Toroslar gibi çok yüksek seviyeli bir eser oluşturmuş. Kusursuz değil ama harika bir seriydi.

mehmet yılmaz

Gün Olur Asra Bedel
Cengiz Aytmatov


Bence dünyanın en güzel romanı budur... Evet, kabul ediyorum, tamamen kişisel bir görüş bu ancak ben öyle olduğuna inanıyorum. Bu görüşe ilk sahip olduğumda henüz bir üniversite öğrencisiydim ve kitap okuma maceramın başlarında sayılırdım. Lakin aradan uzun yıllar geçti, aralarında hatırı sayılır miktarda roman da olan binden fazla kitap okumuş birisiyim artık ve Gün Olur Asra Bedel'i bir kez daha okuduğum zaman bu fikrimin değişmesini geçtim, iyice pekiştiğini gördüm. İyi bildiğimi düşündüğüm romanın bende eksik kalan taraflarını da keşfetmiş oldum.

Muhteşem bir kurgu, olağanüstü bir anlatımı var. Cengiz Aytmatov bu kitapla edebiyatın zirvesine çıkıyor. Kadim dostu Kazangap'ın cenazesini defnetmeye çalışan Yedigey'in, o "bir gün içinde" yaşadıkları ve geri dönüşlerle anlatılanlar çok farklı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize...

Birbirinden bağımsız gibi görünen ve farklı zamanlarda yaşanan hadiseleri öyle bir bağlıyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Üstelik ortak mekân kullanıyor çoğu zaman: Sarı Özek bozkırı...

Sarı Özek bozkırı, neredeyse çöle benzeyen uçsuz bucaksız bir mekândır. Kazakistan'da bulunur ve Yedigey'in çalıştığı, yaşadığı Boranlı istasyonu da burada bir yerde bulunur.

Aytmatov tam bu bozkırda cereyan eden bazı hadiseleri kullanıyor. Mesela Nayman Ana efsanesi ve mankurtlaşma. Çok, çok eski zamanların bir öyküsüdür bu. Ardından aynı yerde bu sefer Abutalip Kuttubayev adlı bir öğretmenin, bir babanın trajedisini veriyor. Bu sefer 1950'li yıllardayız. Son olaraksa 1970'lerin sonlarında buradaki bir uzay üssü üzerinden bir şeyler anlatıyor. Tabii, devam hikayesi olan ve ayrı bir kitap durumundaki Cengiz Han'a Küsen Bulut'ta da yine Sarı Özek'de idam edilen aşıkları ve Cengiz Han'ı terk eden bulutu işliyor. Bu farklı zaman olaylarının ortak özelliği zalim&mazlum ilişkisidir. Totaliter bir sistem yahut adam, insanlığı doğrayıp geçer bu anlatılarda. Üstelik sonuncusunda bütün bir dünya insanlığının geleceğini ellerinden alırlar.

Aytmatov, genelde Kırgız coğrafyasını anlatan bir yazardır. Lakin kök olarak Kırgız ve Kazakların aynı olduğunun farkındadır. Gün Olur Asra Bedel'de onun Kazakistan'da olmasından dolayı uzay üssü motifinin de etkisiyle olabilir, bu defa Kazakları anlatıyor. Hem Yedigey hem de Kazangap, Aral Gölü civarından iki Kazak'tır. Ancak sadece bununla kalmıyor aslında. Mesela Kuttubayev ve Zarife için Tatar tabirini kullanıyor, Raymalı Ağa'ya Türkmenlerin hediye ettiği Ahalteke attan söz ediyor, Kazangap'ın eşinin bir Karapapak olduğunu söylüyor. Türkistan tabirini kullanıyor ve Hoca Ahmed Yesevi'den bahsediyor. Elbette bunda Sovyetler'deki kısmi yumuşamanın da etkisi vardır. Öyle ki, anadili konuşmanın öneminden bile bahsedip, anadilini konuşmamakta ısrar eden bir Kazak subaya eleştiriler getiriyor.

Eserin pek çok yerinde dua etmenin, dua bilmenin gereği vurgulanıyor. Bir ölüyü defnederken dua bilmeyen gençlerin varlığından rahatsızlık duyuluyor. Nihayetinde Kazangap'ı eksiğiyle, yanlışıyla da olsa bir cenaze namazının ardından defnediyorlar. Aytmatov, şahsi hayatında dindar bir insan olmamakla birlikte burada, Kazakların bir dinleri, gelenekleri olduğunu vurguluyor.

Romanın fantastik bölümleri de vardır. Bu, uzayla ilgili öyküdür. Sonunda yolu ana hikayeyle kesişecektir. Buna göre ABD ile SSCB arasında Parite, yani eşitlik adı verilen ortak bir uzak araştırma çalışması vardır. O kadar eşittir ki, personel sayısından tutun da, okyanusta bekleyen geminin San Francisco ile Vladivostok arasındaki mesafesi bile eşittir. Bu arada ilginç bir durum şudur, Vladivostok, Rusçada, "Doğuya hakim ol" manasına gelmektedir. Zihniyet budur yani...

Ancak bu çalışma sırasında iki kozmonot, uzaydaki bir başka gezegenle irtibat kurar. Orman Göğsü denilebilecek olan bu gezegende de insanlar vardır. Gelgelelim, her iki devletin yöneticileri bu bilgiyi bütün insanlıktan saklayacaklardır. Çünkü insanların savaşsız da yaşabilmeleri onların işlerine gelmemektedir. Ayrıca her iki ülkenin gönderdiği füzeler ile dünya üzerinde bir kalkan oluşturulacak ve diğer gezegendekilerin dünyayla irtibat kurmaları engellenecektir. Şimdi bu "kalkan" ifadesine bir mim koyalım, yeri gelince döneceğim...

Romanda, vefat eden Kazangap'ın oğlu Sabitcan tiplemesi Sovyet sistemi eseridir. İyi ve başarılı bir insan olması için bin bir fedakarlıkla okutulan, Sovyet yatılı okullarına gönderilen Sabitcan, maalesef değerlerinden uzak, silik ve emir kulu bir kişi olacaktır. Bu arada cenaze gününe kadar ayyaş ve sevimsiz bir tip olan, Kazangap'ın damadı bütün roman boyunca bir dönüşüm içine girmiş gibi görünecektir. Aytmatov burada, ortalama Kazaklara öze dönüş mesajı vermiş olabilir.

Roman, doğal olarak Aytmatov'un hayatından izler taşıyor. Çocukluğum'da anlattığı Aral Gölü ve tren rayları manzarasını burada kullanıyor. Keza, Kazangap'ın babası "gulag" olarak ihbar ediliyor ve çalışma kampında ölüyor. Ancak birkaç sene sonra masumiyeti ortaya çıkıyor. Gerek burada gerekse de ve özellikle öğretmen Abutalip'in yaşadıklarında babası Törekul ve kendi çocukluğundan izler vardır.

Aytmatov'un eserlerinin en öne çıkan taraflarından birisi de "Kader" fikri olsa gerek. Kendisi ateist olduğunu söylediği dönemlerde bile kadere çok inanmış bir adamdı. Ömrünün olgunluk dönemlerinde ise "ibadetlerini yapmayan bir Müslüman'ım" diyecek, hatta tıpkı Kazangap'ta olduğu gibi vefatının ardından cenaze namazı kılınıp, defnedilecekti. Ancak ne olursa olsun o kadere inanan ve her eserinde bu olguyu kullanan bir yazardır.

Romanda, kımız içilmesinden türkülere kadar çok sayıda Kırgız/Kazak geleneğini görebiliyoruz. Mesela Yedigey kendisinden büyük olan Kazangap'a, Kazake yani Kazangap Abi diyor. Keza ona da çoğu kez "Yedike" diye hitap ediliyor.

Gün Olur Asra Bedel'in edebiyata kattıkları çoktur lakin Aytmatov bu romanla birlikte sosyal-psikolojiye 'mankurt' kavramını da yerleştirmeyi başarmıştır. En az roman kadar ünlü bir kavram olmuştur mankurt. Savaş esirlerinin başlarına yeni kesilmiş deve derisinden bir şire geçirilir ve kızgın güneşin altında bekletilen bu esirlerin kafa derileri değişir, alttan gelen saçlar beyne baskı yapar. Böylece çoğu ölse bile kalan esirler, geçmişini bilmeyen, efendisine köle olan, hafızasız ve duygusuz bir robot-insana dönüşür.

Romanda Sarı Özek bozkırında geçen bir efsane olan Nayman Ana efsanesi anlatılıyor. Mankurt yapılan oğlunu bulmak için yollara düşen bu ananın kabri Kazangap'ı gömmek için yola çıkacakları Ana Beyt Mezarlığıdır. Ancak gelin görün ki, oraya bir uzay üssü kurulmuş ve etrafı tellerle çevrilmiştir.

Romanın en önemli karakterlerinden biri de öğretmen Abutalip Kuttubayev'dir. Savaştan önce coğrafya öğretmenliği yapan Abutalip, cepheye gider. Burada Almanlara esir düşer ancak bir şekilde kaçıp, Yugoslav partizanların saflarına katılır. Savaş bitince Yugoslav partizanların şahitliğiyle birlikte ülkesine döner ve hayatına devam eder. Ancak birkaç sene sonra Stalin, Tito'ya kızmıştır ve Yugoslavya'yı düşman ilan eder. Böylece o vakte kadar bırakın suç olmayı bir savaş kahramanı sayılabilecek olan Abutalip'in yazgısı tersine döner. Okuldaki bir öğrencisinin "Madem esir düştünüz, niçin kendinizi öldürmediniz? Stalin'in kesin emri vardı." Suçlanmasının ardından tıpkı bir KHK'lı gibi, sorgusuz sualsiz atılır öğretmenlikten. Oysa yeni evlidir ve iki küçük çocuğu vardır. Eşi de bir öğretmendir. İkisi çaresiz yollara düşer ve bu Boranlı denen istasyonda demiryolu işçisi olurlar. Abutalip bir yandan okuyup, bir yandan anılarını ve civardaki destanları derleyip yazmaktadır. Yani, "Her aydının yapması gereken şeyi yapıyor, yani kitap okuyor, yazı yazıyordu. Sf.182"

Ama onu işinden atanlar peşini bırakmamaya niyetlidir. Bir lanetli gibi yaşamaya çalışan bu küçük aileyi bulurlar ve Abutalip tutuklanır, götürülür. Birkaç ay sonra ise kalp krizinden öldüğü haberi gelir. Aytmatov, o zamanın şartlarında romana ekleyemediği Abutalip'in akıbeti hikayesini, Cengiz Han'a Küsen Bulut adıyla yıllar sonra neşredecektir.

Aytmatov, karısı Zarife'nin eşinin ölüm haberini aldığı günü 5 Mart 1953'e bağlar. O gün şehre giderler ve ölüm haberinin olduğu evrakı alırlar. Tam o gün katil de ölmüştür. Yani Stalin. Burada ciddi bir katil ve maktul karşılaştırması yapmıştır Aytmatov. Nihayetinde onun babasının, amcasının ve daha pek çok Kırgız aydının da katili de aynı kişidir!

Ancak Abutalip'in büyük şanssızlığı şu olmuştur, onun vefatından birkaç ay sonra Stalin de ölecektir. Hiç bitmeyecek gibi görünen zulüm bir anda bitecek, diktatör geberip gidecektir. Onun ardından ise Sovyetler'de Anti-Stalin dönemi başlayacak ve onun gazabına uğramış olan kişiler ve hakların büyük bir kısmının itibarları iade edilecektir.

Aytmatov, eserlerinde aşka yer veren ve bunu çok yetkin bir şekilde anlatan bir yazardır. Burada Yedigey'in Zarife'ye oaln aşkı da kendine yer buluyor. Ancak Yedigey bunu kötü niyetle yapmıyor, kocası başındayken de yapmıyor. Ona ve çocuklarına olan merhameti, yardım etme isteği, sevgisi, ilgisi bir aşka dönüşüyor.

Romanı 1998 yılında ilk okuduğumda büyük bir kısmı zihnimde yer etmişti. Ancak Zarife ve çocukların akıbetlerini hatırlamıyordum. Acaba, yazacak mıydı diye büyük bir merak içerisine girdim ve romanın sonlarına doğru aradığım cevabı buldum. Ancak bir yürek yangını yaşamadım diyemem...

Aytmatov, Abutalip'in alıp götüren KGB ajanının adını Tansıkbayev olarak vermişti. Aradan otuz yıl geçtikten sonra bu defa karşılarına bir başka Tansıkbayev'i çıkaracaktı: Teğmen Tansıkbayev. Ana Beyit mezarlığına, kafileyi sokmayan bu subay, Kazak dilinde konuşan Yedigey'e, "yabancı yoldaş, Rusça konuşun" diyecek, anadilini konuşmak istemeyecek kadar özünden kopmuş biriydi. Aytmatov'a göre her ikisi de mankurtlaşmıştı!

Son olarak mim koyduğumuz şire/kalkan kısmına dönelim. Aytmatov burada sembolleri kullanır. İnsanlığın başına geçirilen ve onları köleye çeviren üç şey vardır. Birincisi geçmiş yıllarda Naymanların başına deve dersi geçiren Juan Juanlar. İkincisi halklarının başına ideolojik halka geçiren Stalin rejimi ve üçüncüsü bütün insanlığın başına uzay kalkanı geçiren ABD&SSCB ortaklığı... Hepsi de diğerlerini birer mankurt yapmak istemiştir!

Büyük, çok büyük bir roman bu... Bence dünyanın en güzel romanı!

Nuri Asan

Alexandre Dumas - Monte Cristo Kontu 2. Cilt

(Hasan Ali Yücel klasikleri)

Nuri Asan

Alıntı yapılan: mehmet yılmaz - 30 April 2020, 02:10:12İnce Memed 1-2-3-4 / Yaşar Kemal

"Dünyada çok şey kolay da, insan olmak zor" diyor İnce Memed 4'te Yaşar Kemal.

 

Koca Osman; Memedim Şahanim derdi. :)

İnce Memed, gerçek olmamasına rağmen adına turkuler, ağıtlar yakılmış bir eserdir. Çoğumuz İnce Memedi gerçek biliriz..Yaşar Kemal çok büyük miras bıraktı çok.

Nuri Asan

Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar
Orhan Kemal - Kötü Yol.

Nuri Asan

Ramazan ayı olduğundan iş yerinde de kitap okuyabiliyorum. Evden getir-götür zor olduğundan bir haftadır iki aynı kitabı okuyorum, iş yerinde farklı evde farklı. Olmaz diye düşünüyordum ama oluyormuş, kahramanlar birbirine karışmıyor. Ne yani haftada 5 dizi takip eden oluyor da, 2 kitabı aynı anda okuyan niye olmasın. :)

Paulo Coelho - Veronika Ölmek İstiyor
Şule Yüksel Şenler - Huzur Sokağı.


İkisine de yeni başladım ama Şule Yüksel'in bu eseri sanki 1990 lı yılları anlatıyor. Bütün komşuların birbirine yardım etmesi, birisinin derdi hepsinin derdi sayılması, bir kız gelin olacağı zaman herkesin onun çeyizini düzmesi, mahallede fitne fesat olmaması. Mahallede ki çocuğun başarısının herkesin başarısı sayılması. 90'lı yıllarda da böyle değilmiydik zaten?

Tufan

George Orwell - Hayvan Çiftliği
hayvanların devrimini anlatan bir klasik neden bu zamana kadar okumadığımı bilmiyorum.

Nuri Asan

Alıntı yapılan: Tufan - 20 April 2021, 15:54:46George Orwell - Hayvan Çiftliği
hayvanların devrimini anlatan bir klasik neden bu zamana kadar okumadığımı bilmiyorum.

Bundan sonra eğer okumadıysan kesinlikle yine George Orwell'in 1984 adlı romanı okumanı tavsiye ederim Tufan.

Sercan

Robert Beasley - Jose Mourinho / Kazanmanın Anatomisi

mehmet yılmaz


SSKLA

Anton Çehov - Altıncı Koğuş (Öğle arası başladım akşama biter sanırım).
Sırada sevdiğim bir yazarın imzalı kitabı var; "İzzet Bey Apartmanı". Umarım onu da severek okurum :)

mehmet yılmaz

Alıntı yapılan: SSKLA - 30 April 2021, 16:44:06Anton Çehov - Altıncı Koğuş (Öğle arası başladım akşama biter sanırım).
Sırada sevdiğim bir yazarın imzalı kitabı var; "İzzet Bey Apartmanı". Umarım onu da severek okurum :)

Yazarını tanırım :)


Geçen haftalarda bitirdim, Orhan Pamuk - Veba Geceleri

https://www.youtube.com/watch?v=hGNVfdeik_s

mehmet yılmaz

Cumhuriyetin İlk Sabahı - İlber Ortaylı - Şermin Yaşar

Sinema, müzik ya da edebiyatta zaman zaman kullanılan basit bir satış artırma stratejisi vardır. Buna göre, örneğin vasat bir filmin başrolüne çok iyi iki ismi koyarsınız ya da herhangi bir parçayı iki yıldıza düet yaptırırsınız. Kitap içinse bu "Yılın Kitabı", "New York Times'a Göre Mutlaka Okunması Gereken On Kitaptan Biri" gibi sansasyonel cümleler eşliğinde piyasaya çıkarılarak yapılır bu. Bunlar, algıya oynadığı için satışı artırır ama ya kalite ne olur?

Şimdi bahsedeceğim kitap ise asla bunlardan birisi değil. Evet, satış stratejisi olarak doğru bir hamle ancak bir piyasa kitabı değil katiyen?

Cumhuriyetin İlk Sabahı, alanında çok iyi olan iki kişiyi bir araya getirmiş. Bir tarafta, tarihçilik konusunda bilgi birikimi, eserleri, alanındaki uzmanlığı ve haklı şöhretiyle ülkemizin en muteber kişilerinden birisi olan Prof. Dr. İlber Ortaylı var. Yanında ise çocuk edebiyatı konusunda hakikaten çok başarılı bir yazar olan Şermin Yaşar.


Ortaylı'nın neredeyse her kitabını, Şermin Yaşar'ın ise pek çok kitabını okumuş bir okur olarak, üstelik tarihe ilgili bir öğretmen okur olarak bu kitap çıktığı anda ilgimi çekmişti. Aldım, okudum ve çok sevip, çok beğendim?

Kitap aslında bir uzun hikaye. Şermin Yaşar'ın tahkiye ettiği kısımlarda, İlber Hoca araya giriyor ve ayrı bir konuşma satırıyla birlikte dönemin tarihi vakalarını anlatıyor. Adeta bir baba-kız oturmuşlar da, kızı ona yazdığı hikayeyi okurken, tarihçi baba da ona tarihi hakikati anlatıyor gibi bir hava oluşmuş.

Yaşar'ın hikayesinin kahramanı Milli mücadele yıllarında Ankara'da yaşayan bir çocuk. Çocuğun babası, yıllardır süregelen, o bitmek bilmeyen savaşlardan birisine gitmiş ve geri dönememiştir. Aslında o bir şehit çocuğudur ve Yaşar, bir çocuğun dünyasında o gelmesi istenen ama bir türkü gelemeyen cephedeki baba motifini çok başarılı işlemiş.

Dönemin Ankara'sına Mustafa Kemal Atatürk'ün gelişi ve ardından kronolojik olarak cumhuriyetin ilanına kadar geçen yaklaşık üç yıllık süreci çocuğumuzun penceresinden çok iyi anlatmış. Böylece biz de o yıllara gidiyor ve acılara kahrolurken cepheden gelen zafer haberleriyle mutlu oluyoruz.

Her ne kadar "Çocuk Edebiyatı" olarak sınıflandırılsa da, onu aşan bir kitap bu. Dünya edebiyatında Sadako, Beyaz Gemi ya da Çizgili Pijamalı Çocuk gibi pek çok karşılığı olan bir türle karşı karşıyayız bence. Bu anlamda ortaokul-lise öğrencilerine mutlaka tavsiye edeceğim bir kitap olmakla beraber, aslında o yılları anlamak isteyen her Türk vatandaşının da okumasını isterim. ( Parayla vatandaş olanlar da okusa iyi olur ama Türkçe bilmedikleri, Türkçe hissetmedikleri için bir faydası olacağını sanmam!)

Ortaylı'nın yerinde müdahaleleriyle desteklenen bu hikayede Yaşar oldukça iyi bir metin koymuş ortaya. Hatta bunun senaryolaşması fikri var mıdır bilmiyorum lakin, çok yerinde olacağı kanaatindeyim.


emre

Öğretmenim Bir Bakar mısın? - Doğan Cüceloğlu

İçerisinde çok çarpıcı yaşanmış hikayeler bulunan, bir öğretmen olarak, kitabın adına karşılık vermemenin  mümkün olmadığı bir eser.

Çeşitli kişilerin öğrencilik veya öğretmenlik hayatlarında yaşadıkları anıları Doğan Cüceloğlu'nun doğru ve güzel yorumlariyla okuyabilirsiniz.

mehmet yılmaz

1960'ların Samsun'unu Anlatan Bir Roman: Dor Ali

Çok uzun yıllardır ara vermeden sürdürdüğüm bir kitap okuma serüvenim var. Doğaldır ki, bu okumalar sırasında birtakım kişi ve konulara ayrıca ilgi gösteriyorum. Bunlardan birisi de "Samsun'da geçen romanlar" konusudur.

Memleketim Samsun'u mekan olarak tutan ve üçü bendenize ait olan ondan fazla romanın varlığından söz edebilirim. Tespit ettiğim romanlarla ilgili zaman zaman söyleşiler yapıp, köşe yazıları da yazmıştım. Bu yazılardan birisi de bir Samsun şehir kitabı olan "Şehr-i Samsun Yazıları" adlı eserimde yer almıştı.  "Şehr-i Samsun Yazıları" ile ilgili olarak, edebiyatçı Taner Ay'ın bir değerlendirme yazısı çıktı. Taner Bey, bu yazıda, daha önce adını hiç duymadığım bir romandan da bahsediyordu: Behzat Ay tarafından yazılmış olan "Dor Ali" adlı bir romandan... 

Uzun yıllardır yeni baskısı olmamasının etkisi ile de olabilir. Ancak şu bir gerçek ki, Dor Ali'yi hiç duymamıştım. Yazının çıkmasının ardından bir sahaf aracılığıyla hemen eski baskılarından birini temin ettim ve okudum. Ve şunu net bir şekilde diyebilirim ki, çok beğendim.

Böyle bir romanın Samsun ve Bafra'da geçiyor olması, hatta Samsun'da 1962 yılında yazılmış olması çok hoş bir durumdu benim için.

Dor Ali'ye gelecek olursak... Dönemin toplumsal gerçekçiler akımının içerisinde olan ve yine dönemin yaygın romancılık çeşitlerinden birisi durumundaki köy romanları kapsamında yer alan bir roman. Ana karakter olan Dor Ali, 1960'lı yılların başında ailesiyle beraber Samsun'un Bafra ilçesinin Düzlek köyünde yaşamaktadır. Burada Düzlek köyünün bir muhayyel köy olduğunu söylemem gerekiyor.

Dönemin sosyopolitik, iktisadi pek çok vaziyetini açık bir şekilde yaşayan ve yansıtan bir roman. Dor Ali geçim sıkıntısının ve bir ölçüde ağalık düzeninin de tesiriyle Bafra'daki köyünden Samsun merkeze göç etme kararı alıyor. Zaten roman sosyal gerçekçiler ve köy romancıları örneğinde olduğu gibi köylüler, köy ağaları, göç, köy aşkları, ırgatlar, ameleler gibi genel olgu ve karakterlerin kendisine doğal olarak yer bulduğu bir roman. Köydeki aydın tipi olarak yine bir öğretmen karakteri var. Devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerin bir türlü istenen duruma gelemediğine dair örnekler de...

Behzat Ay bana göre bu romanında çağdaşlarından farklı davranıyor ve tabiri caizse bir köy romantizmi yapmıyor. Köy kavramına daha gerçekçi bakıyor. Toptancı bir yaklaşımı yok. Örneğin bütün köy ağalarını kötü karakter olarak göstermek yerine onları da sınıflandırılıyor. Çünkü orada ihtiras içinde gemisini yüzdüren bir köy ağası tiplemesi olduğu gibi daha insanca yaklaşım sergileyen ve gerçeklerin farkında olan köy ağası tiplemesi de var.

Yine Behzat Ay'ın bir başka farklı bakış açısı ise şu gibi görünüyor: köyden kente göçün kaçınılmaz olması! İnsanların, sağlık, eğitim, altyapı, istihdam ve benzer sebeplerden dolayı köylerde kalmasının pek de mümkün görünmediğini, üstelik bir tür romantizm içerisinde, "şehirde ne varsa köye taşıyabiliriz" düşüncesinin de asla gerçekleştirilemeyecek bir düşünce olduğunu okura yansıtıyor.

Kabul ediyorum, Dor Ali romanını sevmemin altında birtakım öznel durumlar da olabilir. Şöyle ki, benim kuşağımda olan Samsunluların önemli bir kısmının aile hikayelerinde göç vardır. Üstelik Dor Ali'nin anlatıldığı dönemlere baktığımızda bizim aile hikayemize çok benzediğini görüyorum. Çünkü Dor Ali'nin oğlu Remzi karakteri tam da bizim kuşağımızın anne ve babalarının yaş grubunda. Yani 1960'ların başlarında Samsun'da ilkokul 3. sınıfa gidiyor. Dolayısıyla Samsun'a göç eden Dor Ali'ye baktığımızda bizim kuşak onun torunları gibi bir durum oluşuyor.

Romanı sevmiş olmamda 1960'lı yılların Samsun'u anlatıyor olması da etkili diye düşünüyorum. Cumhuriyet Meydanı, Bankalar Caddesi, günümüzde Site Camii olan ancak o dönemde bir genelev olarak kullanılan alan ve benim de çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım at arabacıları ile Saathane Meydanı'ndaki hamallar... 

Ancak romanın, Samsun'a dair duygularımdan bağımsız olarak başarılı bir roman olduğu da oldukça açık. 

Son olarak bir müjde vereyim. 1960'lı yıllarda yayımlanmış olan ve bence Türk edebiyatında bir yeri de bulunmasına rağmen uzun zamandır yeni baskısı olmadığı için adeta unutulan Dor Ali adlı roman yeniden basılacak. Üstelik yakın bir zamanda piyasada olacak.