Şu An Hangi Kitabı Okuyorsunuz?

Başlatan Clint_Eastwood, 31 Temmuz 2008, 22:05:10

« önceki - sonraki »

ata55

İlber Ortaylı - Gazi Mustafa Kemal Atatürk

5trawberry

Cengiz Aytmatov- Gün Olur Asra Bedel

mehmet yılmaz

Sabahattin Ali - Kırlangıçlar

Sabahattin Ali'nin öldürülmesinin üzerinden 70 sene geçince, 2019 itibarıyla yazarın eserleri teliften düşmüş oldu ve böylece onlarca yayınevi, herhangi bir izin almaksızın onun kitaplarını basmaya başladı. Bu ayrı bir tartışma konusu elbet, ancak Doğan Egmont, onun farklı kitaplarında bulunan 10 hikayesini Kırlangıçlar adıyla kitaplaştırıp basmış. Hepsini daha önce okumuş olsam dahi, tekrar okumak adına bu yeni oluşturulmuş kitabı aldım. İyi de yapmışım...

Kitapta Kırlangıçlar'dan başka, Kamyon, Apartman, Arabalar Beş Kuruşa, Ses, Bir Konfrens, Ayran, Sırça Kökş, Bir Aşk Masalı ve Beyaz Bir Gemi hikayeleri var. Ali'nin çok başarılı bir öykücü olduğunu tekrar etmeye lüzum görmüyorum.

Buradaki Kamyon, Apartman, Arabalar Beş Kuruşa ve Ayran hikayeleri insanı hüzünlendiren ve öte yandan dönemin Anadolu'sundaki koyu fakirliği gözler önüne seren eserler. Etkilenmemek, dahası o şartları hissetmemek elde değil.

***

İmparatorluktan Cumhuriyete - Halil İnalcık

İmparatorluktan Cumhuriyete, rahmetli İnalcık Hoca'nın 10 adet yazısından müteşekkil bir kitap. Bu yazıların büyük bir kısmı Osmanlı dönemini kapsayan akademik makaleler. Birkaç tane bildiri metni var. Son üç yazı ise Atatürk ve Türkiye'nin ilk, Osmanlı'nın son dönemleri ile ilgili.

mehmet yılmaz

Bozkırda Altmışaltı - Mustafa Çiftci - İletişim Yayınları

İsminden de anlaşılacağı üzere mekan Yozgat! Ben ki, bozkır çocuğu değilim, ömrümce Yozgat'ı görmüşlüğüm olmadı. Ancak hikayeler o kadar güzel, anlatım o kadar başarılı ki, bunların eksikliğinin hiçbir önemi kalmıyor.

Bozkırda Altmışaltı, yedi uzun hikayeden müteşekkil bir kitap. Çocukluk ve ilk gençliğini memleketi Yozgat'ta geçirmiş olan Mustafa Çiftçi'nin kaleminden çıkmış ve hepsinde de Yozgat'ın yer bulduğu hikayeler...

Ama öyle leziz, öyle nefis ki... Yanlış anlaşılmasın, Çiftçi, hikayelerinde memleket güzellemesi yapmıyor, cennet Anadolu türküleri söylemiyor. Yörenin insanını olduğunca veriyor; eksiğiyle fazlasıyla... İyisi, kötüsüyle.

İlk hikaye Handan Yeşili... Yozgatlı bir esnaf gencin, kara sevda hikayesi. Dükkanına gelen yeşil gözlü bir genç kıza vurulmasını tahkiye etmiş yazar. Ancak o kadar hoş bir dille yapmış ki bunu, kalbiniz farklı atıyor. Gelgelelim, gülünçlükle hüzün bir arada yer bulabiliyor. Aşk da öyle değil midir aslında, bazen komik bazen mahzun... Şahane bir hikayeydi bence, çok sevdim. Yeşilin bir tonunu daha öğrendim.

İkinci hikayemiz olan Kara Kedi, cami önlerinde satıcılık yapan Yozgatlı bir emminin hikayesi. Belediye başkanının, cami avlusunu ferahlatmak için oradaki köhne dükkanları kaldırma kararı almasıyla başlayan, kokulu mokulu bir hikaye. Dokunaklıydı doğrusu...

Ancak üçüncü hikaye olan Ensesi Sararmış Adamlar, en dokunaklısıydı sanki. Tabii hüzün anlamında. Aslında çocukluk arkadaşı olsalar da yıllarca ayrı düşmüş, iki ihtiyarın Yozgat'ta tekrar bir araya gelmeleri üzerine kurulmuş, çok başarılı bir hikayeydi. Özellikle çay içen, meydanda dolaşan gariban ihtiyarlar paragrafı muhteşemdi...

Dördüncüsü olan Ankara'daki Evlatlar, taşra olan Yozgat için Ankara'nın manasını, küçük yerde okuyan çocukların ailelerini gururlandırmasını işleyen bir hikayeydi. Bir de dinmek bilmeyen, yıllar sonra ansızın ortaya çıkıveren bir gönül yangını...

Bir İğne Bir Kuyu yine esnaf olan bir Yozgatlı babanın ki, terzidir kendisi, oğlunu evlendirme çabasını merkezde tutan bir hikayeydi. En iyimserlerden biriydi diyebilirim.

Elif, Tina, Tolga ise ilk hikaye olan Handan Yeşili gibi bir aşk öyküsüydü. Tolga adlı gencin, ilkokulda aşık olduğu ve ömrünce bir daha hiç görmediği Elif'i hayatından bir türlü çıkaramamasını konu eden, son derece güzel bir anlatıma sahip, 'incecikten bir kar yağdırıp, Elif diye tozduran' bir hikayeydi. Ne de güzel anlatmış Mustafa Çiftçi. Türkiye sosyolojisine, oryantalizme falan da girmiş hikayede. Unutulmayan Elif imgesi vardı. Kitaplar ve türküler metaforu fevkaladeydi. Ben çok sevdim...

Piç Sevi ise Yozgatlı bir gencin futbolcu olma şansı üzerine yazılmış bir hikayeydi. Taşra dolu bir hikaye...

Özetle, şahane bir hikaye kitabıydı.

Demem o ki, Pilavdan sonra tatlı, ne güzel yazmış Yozgatlı!

mehmet yılmaz

19 Haziran 2019, 17:35:17 #994 Son düzenlenme: 23 Haziran 2019, 11:21:23 mehmet yýlmaz
Ayfer Tunç - Suzan Defter

Bir kitap okumak bazen bizzat hayatın kendisine benzer. Birini sevmeye, bir tercih yapmaya, kaderini yaşamaya...

Suzan Defter'i 2016 yılında okumuştum aslında. Ayfer Tunç okumaya yeni başlamıştım ve sanırım dördüncü kitabıydı. Ancak diğerlerinin aksine bu, bende yer etmemişti. Hakkında yorum bile yazmamıştım. Çift sayfalı anlatımı nedeniyle biraz da sıkılmış olmalıydım.

Sonra aradan üç yıl geçti. Dahası benim o üç yıl önceki hayatım tepetaklak oldu. Çok şey değişti, ben değiştim. Bu arada Tunç'un neredeyse bütün kitaplarını okuyup, sıkı bir okuruna dönüştüm.

Suzan Defter'i tekrar okumasaymışım meğer ne büyük bir hata yapacakmışım! İlk okumamda bende bir iz bırakmayan bu kitap, şimdiki okumamda içimi yaktı. Üstelik edebi değerinin de çok yüksek olduğunu söylemem lazım.

Tunç değişik bir tarz denemiş ki, benzerini Aşıklar Delidir'de de yapmıştı. Burada biri kadın, biri erkek iki karakterin notlarını, yan yana sayfalar üzerinden vermiş. Yaklaşık on gün boyunca aynı evde, karşılıklı oturup dertleşecek olan iki insan; avukat Ekmel Bey ile Derya. Ancak Derya, eser boyunca kendisini ağabeyinin eski sevgilisi ve kendisinin de arkadaşı olan Suzan'ın yerine koyuyor. Suzan Defter adı da buradan geliyor.

Kitabı okurken çoğu zaman fonda Suzan Suzi türküsünü dinlediğimi de belirtmem lazım.
"Köprü altı kapkara, Suzan gel beni ara, Saçlarıma kumlar doldu/ Tarak getir de tara..."

Tunç, Suzan Defter'de yine edebiyatın dibine vurmuş. Şahane ruh tasvirleri, aşk öyküleri, insan hikayeleri ve tabii şehir. Ayfer Tunç bir şehir insanı anlatıcısıdır zira...

İlk baskısında Taş, Kağıt, Makas kitabının içinde bir uzun hikaye olarak basılan Suzan Defter, doğru bir tercihle birlikte bağımsız bir roman olarak basılmış. İyi yapılmış, çünkü bunu hak eden bir eser.

Daha evvel de yazmıştım. Bence Ayfer Tunç, Türk edebiyatının yaşayan en başarılı kadın romancısıdır. İyi ki yazmıştır, iyi ki yaşamıştır; hem zaten yaşamak bir iz bırakmak değil midir yeryüzünde?

Hele şu ayrılık alıntısı yok mudur?
"Ayrılmak, gidenin, kalanın kucağında bir kucak kor bırakmasıdır, yanar durursunuz kül olana kadar."

Kucağında bir korla yıllardır yananlar, hatta yandığını anlamadan yananlar çok severler bu hikayeyi. Hem belki onlar da Suzan gibi, geçip giden yılların ardından gözlerini tavana dikmiş, maziyi anıyorlardır ve hala seviyorlardır.

Kim bilir?


Karabudun

HAYVANLARDAN TANRILARA SAPİENS / Yuval Noah Hararı

İlk baskı yılı 2015 gibi yakın bir tarih olmasına rağmen en çok okunanlar arasına girmeyi başarmış sarsıcı ve ufuk açıcı bir eser. Şiddetle öneririm.

mehmet yılmaz

Ahmet Ümit - Aşkımız Eski Bir Roman

Ahmet Ümit'i popüler bir romancı olarak severim, hemen her kitabını okumuşumdur. Üst düzey bir edebiyat beklentisi içine girmeden okursanız ve başkomser Nevzat ile ekibini de seviyorsanız romanları sizi sarar; tıpkı beni sardığı gibi...

Aşkımız Eski Bir Roman, Ümit'in son kitabı. İlk duyduğum vakit bir roman olduğunu düşünmüştüm ama değilmiş. Üç uzun hikaye var kitapta ve üçünde de Nevzat abimiz orada...

Açıkçası kitap, Ümit'in yeni bir yayınevine geçiş eseri olmuş. Bu nedenle sıkı bir roman yerine, biraz da hızlandırılmış, "Madem yeni bir mekana geçiyoruz, elimiz boş gitmeyelim!" kitabı olmuş.


mehmet yılmaz

Selçuklular - Erkan Göksu

Tarih, esasında bir zaman silsilesidir. Yani bugünün geçmişi, ancak geçmişin de bir geçmişi vardır. Bu anlamda devletimiz olan Türkiye'yi, onun öncüsü olan Osmanlı Devleti'nden kopuk düşünemeyiz. Peki ya Osmanlı'dan öncesi nasıldı? Elbette Anadolu için Anadolu Selçukluları ve beylikler vardı lakin "Bütün Rus yazarların Gogol'un paltosundan çıktığının" kabul edilmesi gibi, Batı Türklüğünün bütün devletleri de Büyük Selçuklunun bakiyesi kabul edilebilir.

Bu anlamda Büyük Selçuklu Devleti, bir temeldir. Dahası, Türk tarihinin kırılma anlarını yaşamış bir devlettir. Öyle ki, önce Selçuk Bey'in ve Kınıkların İslam'a geçişleri, ondan yaklaşık yüzyıl sonra ise Malazgirt Meydan Muharebesi gibi iki dönüm noktası vardır. Her ikisi de, o an için ve orada bulunanlar için, ne kadar tarihi değiştiren bir hadiseye şahit olunduğunun farkında olunmadığı şeylerdi. Ancak İslam'a geçiş ve Türklerin Anadolu'ya gelişlerinin başlaması, dünya tarihini kökünden değiştiren gelişmeler oldu.

Prof. Dr Erkan Göksu, ömrünü Genel Türk Tarihi ve daha özelinde Selçuklu Tarihi'ne vakfetmiş, değerli bir tarihçi. Yorulmak bilmeden araştıran, çalışan, anlatan, Farsça temel tercümeler yapan, yazan bir akademisyen aynı zamanda...

Erkan Hoca'nın bir Büyük Selçuklu kitabı hazırlaması, tabiri caizse elzem hale gelmişti. Bu yönde ciddi bir beklenti oluşmuştu. Ancak bu eseri hazırlarken, bir yandan akademik ciddiyeti, belgeler üzerinden konuşmayı ihmal etmezken bir yandan da bazen sıkıcı bir hal alan bir bilgi bombardımanı olmamasını arzu etmiş görünüyor.

Bu nedenle romancılık yeteneği de olan Erkan Hoca ile nehir röportajlar yapmayı tercih etmişler ve böylece, anlatımda akıcılığı sağlamışlar. 

İçeriğe baktığımız zaman, Selçuklu tarihinden bazı şahsiyetleri görüyoruz. Mesela sultan olmasa bile, devlete adını veren Selçuk Bey ile başlanmış. Doğrusu, onun hikâyesi önemliydi. Ardından ortak bir yönetim gösteren Tuğrul ve Çağrı Bey'ler ile devam edilmiş.

Hoca'nın tabiriyle ve ona göre, "Türk tarihinde Atatürk ile birlikte ilk iki sırada yer alan ve diğerleri sonra sıralanabilecek olan Sultan Alp Arslan'ı da konuşmuşlar elbette. Sonrasında ise yine bir sultan olmayan ama belki sultanlardan bile önemli bir adam olan Vezir Nizâmülmülk'ü...

Ardından Melikşah, Berkyaruk, Muhammed Tapar ve son sultan Sencer konuşulmuş... Zaten bu isimler nehir röportajların ana başlıkları. Ancak arada sözü edilen Hasan Sabbah gibi, Romanos Diogenes gibi, Arslan Yabgu gibi, Terken Hatun gibi pek çok önemli isim de yer buluyor kitapta. 

Çift Başlı Kartal'dan, Nizamiye Medreseleri'ne, Batıniler'den Malazgirt'te  kimlerin yer aldığına kadar pek çok konu da es geçilmemiş.

Bütün bunların sonunda, "Muhteşem Çağın Mütevazı Çocukları" , yani "Selçuklular" ile ilgili önemli bir kaynak eser ortaya çıkmış.

mehmet yılmaz

Şair - Rafet Elçi

Bundan yıllar önce idi; bizzat tanımadığım bir kişi, sosyal medya üzerinden bana bir mesaj atmış ve Rafet Elçi'nin Şair romanından söz etmişti. Bir hocası tarafından üniversitede okutulduğunu falan yazmıştı. O günden beri aklımda olan bir kitaptı Şair.

Aradan yıllar geçti ve roman okumaları yaptığım bir dönemde aldım kitabı. Kısa bir araştırmanın ardından yüksek puanlar aldığını ve beğenildiğini de fark ettim. "Yüzyılın Romanı" olduğunu iddia edenler de vardı; Amin Maalouf'un Semerkand'ına karşı "doğunun cevabı" diyenler de...
Peki, sahiden öyle miymiş?

Yüzyılın romanı olup olmadığı genel bir konudur lakin çok başarılı bir roman olduğunu söylemem lazım. Semerkand'ın Doğulu cevabı mıdır derseniz de, neden olmasın diyebilirim.
Bir romana, kitaba, filme başlarken onunla ilgili söylenen şeyler beklenti oluşturabiliyor. Şayet eserle ilgili söylenenler, gerçekliğin üstündeyse beğeni seviyeniz düşebilir. Şair için böyle bir şey diyemem. Duyup, okuduğum övgülere layık bir romandı.

Ortalama bir kitap okuru için en büyük handikapı, hacmi olabilir. Çünkü 544 sayfalık bir eser. Ancak sıkı ve düzenli okurlar iyi bilirler ki, bir kitabın hacmi bir yere kadar önemlidir. Şair de hacmine rağmen kendini okutabilen bir roman. Öyle ki, sekiz-dokuz günlük bir okuma süresi biçmeme rağmen beş gün içinde bitti.

Şair, Hz. Peygamber döneminde geçiyor. O'nun peygamberliğini ilan ettiği dönemler olduğuna ve Bedir ile Huneyn Savaşları arasını kapsadığına göre demek ki, 610-620 dönemi... Arapçanın en büyük ve genç iki şairi Zeyd ile Tuleyle'nin, o coğrafyanın en güzel kızı Sara için girdikleri bir şiir yarışması var. Fazla ipucu vermek istemiyorum. Sonrasında, Arabistan çöllerinden İran Dağları'na, Türkistan bozkırlarından, Kafkas illerine uzanan muazzam bir, hatta birkaç hikâye...

Rafet Elçi, dönemin coğrafyasını, toplumlarını ve kültürlerini çok başarılı bir şekilde yansıtmış. Arap kabileleri arasında başlayan roman, zaman içinde Farsların ülkesine, oradan da Türk illerine uzanıyor. Bu süreçte sultanlar, beğler, komutanlar, cariyeler, tüccarlar, köleler, esirler, kadınlar, askerler, atlar, develer ve tabii şairler ile aşıklar anlatılıyor.

Bir romanın başarısını belirleyen pek çok unsur vardır. Benim için onlardan birisi, roman bittiğinde, bütün o sahnelerin gözünüzde canlanıyor olması ve adeta bir film seyretmiş gibi hissetmenizi sağlamasıdır. Şair, bunu başarabilen romanlardan birisi...

Şiirin gücü, belagatın derinliği oldukça iyi verilmiş. Dönemin lisanları arasında Arap dili ve Fars dilinin nasıl büyük bir edebiyat kapısı olduğunu, buna mukabil Türkçenin pratik bir dil olup, Türklerin hayat tarzlarının özgünlüğünün oldukça güzel anlatıldığı bir roman olduğunu söylemem lazım.

Sara'nın büyülü güzelliğini derinden hissetmekle kalmıyor, Zeyd'in asaleti ve büyük aşkı, Tuleyle'nin ihtirasla karışık muazzam aşkı ve Çiçek'in bozkır kızlarına özgü emsalsiz bekleyişi... Elbette tüccar Rüstem'de Farsları, Binbaşı Tonga'da Türkleri görebiliyoruz. Roman Peygamber Efendimiz'i de işleyen ancak onu merkeze almayıp, onun çevresinde gelişen hadiseleri kenardan gözleyip anlatan, özel bir dile de sahip. Bir Türk ailesinin o dönemde nasıl olduğundan tutun da, Bizans'tan Avarlara kadar bütün o coğrafyayı ilmek ilmek işleyen bir roman...

Elbette şiiri ve şairliği ön planda tutuyor olmasından kaynaklı, şahane aforizmaların da olduğu bir roman...

Ezcümle, çok beğendiğim, insanda benzer şeyler yazma hissi uyandıran bir eser Şair. Hitabetin, sözün kıymetini vurguluyor ve ne diyordu?

"Bir şairin, dilini anlamayan insanların arasına karışması ne demektir, bilir misiniz?"

mehmet yılmaz

Zülfü Livaneli - Engereğin Gözü

ngereğin Gözü, Zülfü Livaneli'nin 90'ların sonunda yayımladığı bir romanı. İlginçtir, onun ilk romanı ama benim okuduğum son Livaneli romanı oldu. Ondan önceki hepsini okumuştum.

Engereğin Gözü, Osmanlı sarayındaki zenci bir harem ağasının ağzından yazılmış bir roman. Yazar, hakiki isimler vermek yerine unvanları kullanıyor. Bunu birkaç sebepten dolayı yapmış. Birincisi, romanını tarihi bir roman olarak düşünmüyor. Öyle düşünülmesini de istemiyor. Ancak tarihi arka planda kullanan bir roman olduğunu ifade ediyor. Peki, romanın türü nedir derseniz, psikolojik bir roman olabilir. İktidar ve bunun mücadelesi, gel gitler, ruh halleri, insan durumları işlenmiş romanda. Yoksa geçtiği zamanı değil de hadiseleri önemsemek gerekir.

Livaneli, kardeşlerinin katledilişine şahit olan küçük bir şehzade iken, yıllarca ölüm korkusu altında odalıkta yaşayan ve ağabeyinin ani ölümüyle birden bire kendini alemin sultanı olarak bulan bir adamın, muktedir yıllarının ardından yeniden hapsedilmesini işliyor. Dediği gibi, burada aslolan tarih ya da kişiler değil, olaylar ve getirdikleridir.

Bu ruh halini başarıyla işlediğini söyleyebilirim. Harem hayatını bir hapislik ve orada yaşamayı da aslında bir talihsizlik olarak nitelendirdiğini düşünüyorum. Yani, romanda bir tarih dersi vermiyor, tarihi bir dekor olarak kullanıyor.

Elbette bunu yaparken tarihe kendi penceresinden bakıyor ve bu bakış bazı yerlerde bizim yerel bakışımızla hiç örtüşmüyor.
Roman bir gün içinde bitebilecek ebatta. Bölümlü olması kolay okunmasını sağlıyor. Tavsiye edebileceğim bir roman.

Romanla değil ama kitapla ilgili bir eleştirim ise kapağı. Açıkçası sırf kapağından dolayı almamakta direndim bu kitabı. Ancak her yeni baskıda aynı kapak devam edince, almış bulundum. Kapaktaki haremde bulunan çıplak kadın resmi, romanın içeriğiyle uyuşmuyor. Siyahi bir haremağası resimlemesi daha uygun olurdu. Yahut bir sultan figürü. Ancak bu kapağın tercih edilmesi nedeniyle kitabı okuduğum iş yerinde ve metroda kapağın üstüne beyaz bir kağıt yapıştırmak zorunda kaldım.

5trawberry

Sabahattin Ali- Çakıcı'nın İlk Kurşunu

eprianu

Nureddin Yıldız - Bu Çağa Rapor

Dünyanın ve Müslümanların bugünkü halini anlamada zorlanıyorsanız bu kitap tam size göre. "Müslümanlar neden eziliyor, el kadar çocuklar neden katlediliyor, kutsal beldelerden olan Kudüs niye bu halde, madem biz inanıyoruz neden zalimler ve kafirler güçlü, Müslümanların bugünkü halini nasıl yorumlamalı" gibi içinden çıkılması zor sorular kafanızı kurcalıyorsa zamanınızı ayırıp bu kitabı okumalısınız. Nureddin Yıldız, ayetler ışığında içinde bulunduğumuz çağa not düşmüş


5trawberry

Agathe Christie - Doğu Ekspresinde Cinayet

mehmet yılmaz

Düzenli olarak kitap okuyan birisiyim zaten. Ancak bu coronavirüs nedeniyle evlere çekildiğimiz süreçte daha da okudum. Birkaç tanesini paylaşayım.

Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yaban, başarılı bir roman, etkileyici, sürükleyici. Bir kolu kesilmiş, eski bir subayın Porsuk Çayı civarındaki bir köyde, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki inziva hayatını ve genç bir köylü kıza aşkını anlatır. Yalnız, Türk köylüsüyle ilgili bazı ifadeler, düşünceler nedeniyle eleştirilen bir eserdir.

Bu kısa değerlendirmenin ardından geniş incelemeye geçeyim.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban romanını aslında on beş sene kadar önce okumuştum. O zamanlar askerdeydim. O zamanlar da edebi anlamda ve roman tekniği açısından beğendiğimi hatırlıyorum. Tabii bu bir tezli romandır ve araya belki de klâsik bir romanda olmaması gereken cümleler işlenmiş. Yine de Yaban'ın önce teknik boyutuna baktığımızda bana göre başarılı bir roman. Bir günlük yazımı şeklinde kurgulanmış bir roman. Yani bir kişinin günlüğü bulunuyor ve bu günlük okunuyor, bu günlük üzerinden roman devam ediyor. Bu da romana gerçekçilik hissi veren bir tekniktir. Bu anlamda iyi bir kurguya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Yunan işgal ordularının çekilmesinin ardından Türk köylerindeki mezalimi belgelendirmek için bir tetkik komisyonu kuruluyor ve bu komisyon, köyleri gezerken harabeler arasında bir günlük buluyor. Bunun sahibinin kim olduğunu köylülerden öğreniyorlar ama bu kişi, "yabanın biriydi" şeklinde tarif edilir. Peki kimdir bu? Ahmet Celal adlı bir Türk doktoru aslında fakat I. Dünya Savaşı'nda cephelerden birinde sağ kolunu kaybetmiş, kolsuz kalmış. Köylüler için onun kolunu nerede ve niçin kaybettiğinin bir önemi yoktur. Ahmet Celal, emir eri olan bir askerle birlikte onun köyüne geliyor. Çünkü İstanbul işgal altında olduğu için işgalde durmak istemiyor. Bu köy, Porsuk Çayı havzasında, Ankara'ya biraz daha yakın bir konumda bulunan bir köydür ve ismi verilmiyor.

Tabii, Yaban kendini okutabilen, başarılı bir eser. Yakup Kadri'nin diğer romanlarıyla kıyasladığımızda zaman yine bana göre Kiralık Konak ve Hep O Şarkı ile birlikte öne çıkar.

Tartışılan kısımları şunlar: anlattığı Anadolu köyü, Anadolu köylüsü gerçekten tam olarak böyle miydi? Milli Mücadele yıllarında tartışılan konu bu, çünkü köy sadece milli ve manevi değerler açısından değil ahlaken de müflis bir durumda. İnsani değerleri bile yok! En basiti, Emine'nin yıllar sonra, harp edip esir düştükten ve öldü bilindikten sonra birdenbire köye geri gelen babası Şerif Çavuş ile karşılaşma anı... Ne bir babalık duygusu var ne bir kız çocuğu var! Bir merhamet yok, sevgi yok, köyde kimsenin kimseye bir sevgisi yok. Yani Afrikalı ilkel kabileler gibiler. Duygular bakımından da böyle, ruhsuz, az konuşan, duygusuz mahluklar. Hakikaten bu kadar olabilir mi? Yani bu eleştiriliyordu; bunun dışında da Millî Mücadele'ye köyün bakışı eleştiriliyordu. Köylünün umrunda olmayan, kendini düşünen bir yapısı var.

Anadolu köylüsü böyle miydi? Tabii daha sonra Tarık Buğra'nın Küçük Ağa'sında gördük pek de öyle olmayabileceğini...

Yakup Kadri romanı 1932'de yayınlamış, bu önemli bir şey. Neden önemli? Çünkü üzerinden zaman geçtikten sonra yazmış. Yani kafasında bazı şeyleri oturtmuş. Yeni Türk devletinin politikasını da netleştirdikten sonra biraz da bu politika üzerine kurgulanmış diye düşünüyorum

Bu arada çizdiği profilden o da çok memnun değilmiş gibi. Çünkü izah etme gereği duyuyor. Evet diyor, böyle böyle anlattım ama sonra da diyor ki, bunun biz aydınların suçu olduğunu gördüm. Köylünün bir suçu olmadığını biliyorum diye biraz da kendini savunma çabası içerisine girmiş gibi.

Bence roman gayet başarılı, politik tarafına baktığımızda da tartışılır ve tartışılmaya devam ediyor. Yıllarca devam edecek gibi duruyor. Orada, köylülerin Milli Mücadele'yi idrak edememeleri aslında normal. Çünkü onlara da empoze edilen bir taraf var. İşgal orduları ile alakalı Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvayi Milliye ile alakalı farklı propagandalar var ve insanların bu nedenle taraf seçme konusunda yanlış tutum sergilemeleri gayet normal ama orada "bunlar kurtarılmaya bile değmez" fikri işlenmiş gibi duruyor. Nitekim işgal kuvvetleri geldiğinde de, Yunanlar köyde mezalim yapacaklar.


Franz Kafka - Dönüşüm

Dönüşüm, Franz Kafka'nın oldukça meşhur bir eseri. Dünya çapında şöhreti olan bir eser ve orijinal dili Almanca. Ben aslında Dönüşüm'ü bundan yaklaşık 15 yıl kadar önce okumuştum. Fakat aklımda sadece giriş cümlesi kalmış, başka da bir şey kalmamıştı. Tekrar okuma gereği hissettim ve okudum.

Yaklaşık 80 sayfalık bir hikaye bu. Hatta uzun hikaye de diyebiliriz. Burada Gregor Samsa adlı bir kişinin, bir sabah uyandığında bir böceğe, daha doğru bir haşereye dönüşmesinin üzerinden geçen hikayeyi anlatıyor. Tabii Kafka önemli bir yazar ve burada çok ciddi semboller kullanmış diye düşünüyorum. Kişisel yorumum; yazar Yahudi bir aileye mensup, antisemitist hareketlere maruz kaldığı dönemler oluyor. Dolayısıyla burada, kişinin tecrit edilmesi, bir suçlamaya maruz kalması ve toplum dışına itilmesi ile alakalı alegoriler kullandığını düşünüyorum.

Günümüzde de öyle değil midir? Yani insanlar çeşitli suçlamalara maruz kalıyor, toplumdan tecrit ediliyor, en yakınları bile onlara bir mesafe koyma gereği duyuyor ya da sahip çıkmak istese bile dışarıya karşı koruma gereği hissediyor. Kafka, üç bölümden oluşan uzun hikayesinde bu ruh halini anlatmış, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumun istemediği bir bireye dönüşüyor ve işinden oluyor önce. Oradan bir darbe yiyor, ardından ailesi kendisine sahip çıkmak istiyor ama onlar da topluma karşı onu savunamaz hale gelmeye başlıyorlar. Halbuki başına gelen şey de onun bir suçu yoktur ama yine de ailesi sahip çıksa bile en sonunda ailesinin işlerini de olumsuz etkilemeye başlayınca, bireysel ilişkileri toplumsal ilişkilere olumsuz yansıyınca ailesi de ondan vazgeçmek zorunda kalıyor. KHK mağduru insanlar mesela... Bir sabah uyandıklarında bir böceğe dönüşmüş gibi ortada bırakılmışlar.

Bu hikayede dediğim gibi, Kafka bence birey toplum ilişkisinde suçlanan bireylerin aforoz edilmesi, baskı altına alınması karşısında yaşadıklarını başarılı bir şekilde anlatmış. Onların bu hallerini işlemeye çalışmış. Benim bu uzun hikayeden anladığım şey tam olarak budur.

Adil Yakubov - Uluğ Bey'in Hazinesi

Adil Yakubov, Özbek edebiyatının önemli yazarlarından birisiymiş. Cengiz Aytmatov'a çok benzeyen yönleri var. Mesela yaşları birbirine oldukça yakın ve daha ötesi onun da babası 1937'deki Stalin katliamları sırasında katledilen aydınlardan birisiymiş. Yakubov bu damga ve bu acıyla büyümüş, yaşamış... Sonra Kızılordu'ya katılmış, İkinci Dünya Savaşı'nda bulunmuş, Sovyetler Birliği'nde yazar olmuş. Ama Özbek edebiyatı ile Sovyet edebiyatını harmanlayabilmiş başarılı bir romancı. Anladığım kadarıyla bunu söylemem gerekir.

Uluğbey'in Hazinesi bir tarihi roman; tarz olarak da tür olarak da böyle nitelendirmemiz gerekiyor. Uluğbey, Türkiye'de de oldukça bilinen, tanınan bir şahsiyet. Timur'un torunu, bir alim aslında... Astronomi alanında yaptığı çalışmalarla biliniyor, bildiğimiz bir bilim adamı ve çok meşhur bir rasathanesi, yani gözlemevi var Semerkant'ta. Fakat aynı zamanda bir şehzade... Hükümdar soyundan olduğu için kader onu siyasetle de bir araya getiriyor.

Roman tarihi bir roman demiştim. Kurguda Uluğ Bey'in yaklaşık kırk yıllık bir saltanatı olduğu söylense de, Timur Devleti tarihini bilenler bunun bu kadar uzun olmadığını bilir, bir buçuk-iki yıllık bir süresi olmuştur ve yani ipucu kabul edilir mi bilmiyorum ama sonuçta zaten öğrenebilirsiniz, hazin bir sonu oluyor. Oğlu tarafından tahttan indiriliyor, sonrasında da katlediliyor.

Tabii önemli bir şahsiyet ve roman da bunu anlatıyor. Bunu anlatırken de aslında Uluğ Bey'in rasathanesinin öneminden bahsediyor ve şu mesajı veriyor esasında, diktatörler kötüdür, ilimin ve aydının düşmanıdır. Tabii romanın baş kahramanı da burada Uluğ Bey'de değil hepimizin yine yakından tanıdığı Ali Kuşçu. Uluğ Bey'in de bir talebesi aynı zamanda. Biliyorsunuzdur, kabri İstanbul'da. Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı'ya geliyor. Ali Kuşçu romanın baş kahramanı.

Uluğbey müspet ilimlere de ağırlık veren ve kadınların, kız çocuklarının da tahsil görmesi gerektiğini düşünen bir kişi. Fakat onun tahttan indirilmesinin ardından onun bütün izleri silinmeye çalışılıyor, kitaplar yakılıyor ve dinsizlikle suçlanıyor. İslam toplumlarının tarihi süreçteki geri kalış hikâyelerinin de bir örneğini görüyoruz romanda.

Romanın edebi tarafına döndüğümüzde gayet başarılı, çok iyi bir tarihi roman diyebilirim. Yani mekanlar iyi oluşturulmuş, dönemin şartları çok iyi verilmiş, tarihi şahsiyetlerin önemli bir kısmının gerçek olduğu kanısındayım fakat ağır işleyen bir roman yani beni çok içine alamadı, çok ağır işliyor...

Çok ağır işlemesinin sebebi de bence çok şahsiyetli olması, çok fazla karakter var romanın içerisinde. Ama edebî bir dil olarak gayet başarılı, iyi bir atmosfer oluşturulmuş. Bir aşk hikâyesi de yedirilmiş içerisine... Döneminin şartları gayet iyi verilmiş. Dediğim gibi bence başarılı bir roman fakat böyle alıp sizi götüren bir roman değil.

Adil Yakubov'u tanımış oldum. İlk defa okumuş oldum. Tarihi romanlara ilgi duyanlara kesinlikle tavsiye ederim. Üst düzey bir tarihi roman.

eprianu

İlber Ortaylı - Bir Ömür Nasıl Yaşanır

İlber Ortaylı şüphesiz bu ülkenin yetiştirdiği ender ve kaliteli insanlardan biri. Her ne kadar yaşlandığı için biraz köreldiğini söylese de inanılmaz bir hafızası var. Tarihçi kimliğinin yanında ülkelerin siyaseti, eğitimi ve geleceği konusunda öngörüleri ve analizleri olan biri. En çok beğendiğim yönü de bu bilgileri kullanarak ülkeleri, devletlerin tarihini ya da bir devletin herhangi bir konuda geçmişi ile şimdiki halini kıyas ediyor olması. 

Kitabı alırken "şunu yapın, şunu yapmayın" gibi öneriler listesi bekliyordum. Tabi ki birçok konuda İlber Hoca bu tavsiyelerini listelemiş ancak kitap çok daha geniş bir perspektifle sunulmuş. Mesela; gezilecek ülkeler bölümünde İlber Hoca sizin için rotalar belirlemiş. Hatta şuradan şuraya giderken otobüs, dönerken de trene binin diyecek kadar detay vermiş. Tabi ki sebeplerini de anlatmış. Gezilmesi gereken şehirleri, tarihi yerleri ve müzeleri sıralamış.

Eğitimci olduğum için beni en çok eğitimle ilgili olan bölüm etkiledi. İlber Hoca eğitim konusunda tavsiyelerini sıralarken genel bir değerlendirmeye de gitmiş. Mesela, çocukların zeka ve becerilerinin belirlenmesi ve yönlendirmenin buna göre yapılması, mesleki eğitimin yaş sınırı, imam hatipler, öğretmen yetiştirme gibi kritik konulara da değinmiş. "Elit insan" kavramındaki yanılgıya dikkat çekmiş. Hukukçu yetiştirmek kadar muslukçu yetiştirmenin de önemli olduğunu vurgulamış.

Kitapta beni en çok şaşırtan bölüm, İlber Ortaylı'nın, kendisine yöneltilen "Bugünkü aklınız olsa nerede okursunuz?" mealindeki soruya İsrail cevabını vermiş olması. İlk başta çok yadırgadım ve şaşırdım ancak her ne kadar İsrail'den nefret etsem de bu cevabın gerekçesi açıklanırken hak verdim.

Kitabın yarısından fazlasını okudum, bitirmek üzereyim ve kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.