Şu An Hangi Kitabı Okuyorsunuz?

Başlatan Clint_Eastwood, 31 Temmuz 2008, 22:05:10

« önceki - sonraki »

mehmet yılmaz

Samsunsporlu bir kardeşimiz olan Caner Sağır'ın 'Bir Yalnız Kolay Yetişmiyor' adlı kitabını okudum önce.

Caner Sağır, Samsunsporlu genç bir kardeşimiz. Deneme/Anı tarzındaki kitabında tabiri caizse ümit vaat eden futbolcu durumunda. Biraz pişmesi için başka takımlara kiralık verilebilir.
Kitap bende bir merak duygusu uyandırdı. Yer yer roman tadındaydı, daha yaşına yeni girmişken annesini kaybeden ve gurbete giden baba nedeniyle boşluk içinde büyüyen bir çocuğun ruh halini anlatmış Caner. Ama yaşının da etkisiyle pek çok eksiği var tabii. Mesela yayınevi; hiçbir redaksiyon yapılmamış. Dolayısıyla pek çok imla ve cümle hatası var. Yazarın sıklıkla kullandığı devrik cümleleri de okumayı zorlaştırıyor bazen. Bunlar o yaş için normal sayılabilir. Zaten beş yıl sonra falan kendisi de kitabı tekrar okuduğunda eksiklerini görecektir.
Caner'e kendisi kitap boyunca itiraz etse de, küçük bir tecrübemi aktarmak isterim. Yazmanın gıdası okumaktır. Bu nedenle bir yazıyorsan yüz okumalısın.
Ayrıca bir aforizma çok hoşuma gitti; onu da söylemeliyim. Beni ilk annem terk etti / Sonrası önemli değil.

****

Sonra ise Ayfer Tunç'un Dünya Ağrısı adlı romanını bitirdim. Kitabı alırken içeriğiyle ilgili hiçbir bilgim yoktu. Ancak Tunç'un daha önce okuduğum iki kitabı vardı ve hem 'Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek' hem de 'Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi' farklı türde olan ama gerçekten de çok başarılı iki kitaptı. Bu nedenle Dünya Ağrısı için de sıkı birer referans durumundaydılar.

Dünya Ağrısı, temelde Mürşit'in hikayesi... Mürşit, dünya ağrısı çeken bir adam. Çocukluğundan kalan ağır bir travma yaşıyor. Bu travmatik durum bütün hayatını etkilemiş. Yer yer sosyopatlık derecesine varan bir hayatı var. Dedesinden babasına, babasından da ona kalan bir otelin sahibi. Hayatının her anında ise derin bir mutsuzluk yaşıyor. Otelinde kalan ve romanda daha ziyade 'Madenci' olarak zikredilen, asıl adı Uzay olan bir maden mühendisiyle olan çilingir sofrası sohbetleri romana hakim olan unsur. Tabii oğlu Özgür de yine öne çıkan karakterlerden birisi. Tunç'un usta kalemi sadece Madenci ve Özgür değil, eşi Şükran, kızı Elvan, otel çalışanı Kibar, esnaftan Pehlivan hatta Madencinin eşi Arzu gibi yardımcı karakterleri de başarıyla işliyor.

Dünya Ağrısı bir bakıma bir otelin de hikayesi gibi duruyor. Romanda filmine gönderme yapılan Anayurt Oteli'ne benzer tarafları da yok değil. Tunç, somut bir şehir adı vermiyor ama bir altın madeni açılmış, küçük bir Anadolu şehri burası. Açıldığında şehrin en itibarlı oteliyken, Mürşit'in yönetiminde iyice dibi bulan bir otelin müşterileri var romanda. Mekanın bir otel olması romandaki kişi sayısını artırıyor ve beraberinde pek çok farklı hikayeyi de getirdiği için ona bir zenginlik katıyor.

Tunç, bazıları ayrı birer hikaye olarak dahi yazılabilecek konuları romanın içinde başarıyla kullanıyor. Bilhassa, sinemacılardan biriyle aralarında geçen 'bu otelde hiç ölen oldu mu?' sorusunun akabindeki hikayeler gerçekten ilgi çekiciydi ve aynen orada dediği gibiydi;  'Mürşit, 'gerçek hikayeler böyle yapar adamı' diye düşündü. Gerçek hikayeler romanlara, filmlere benzemez. Anlatıldığı an ihtimal olmaktan çıkar. Oysa romanların, filmlerin güzelliği buradadır, korkulan şeylerin sadece ihtimal olmasında.'

mehmet yılmaz

İhsan Oktay Anar - Suskunlar - İletişim Yayınları

İhsan Oktay Anar, edebiyat dünyasında adeta bir efsaneye dönüşmüş olan Puslu Kıtalar Atlası'nın yazarı. Suskunlar'da da aynı üslup ve aynı dönemler var.

Anar'ın yüklü kelime hazinesiyle birlikte iyi bir kalemi var ve o iç içe geçmiş, çoğunda eski Türkçe kelimeler de bulunan upuzun cümleleri sanki bir ilkokul fişiymiş gibi rahatlıkla okuyabiliyorsunuz.

Suskunlar, bizi Osmanlı döneminde götürüyor. İkinci Ahmed dönemindeki İstanbul'dayız. Şunu peşinen söyleyeyim ki bu fantastik bir roman aynı zamanda. Masallar, efsunlar, efsaneler, hayal ötesini zorlayan kahramanlar, hayaletler de var. Romana ağırlığını koyan bir başka şey ise musiki. Bunu göreceksiniz.

Yazarın bazen bağımsız gibi görünen ama birbirine eklemlenmiş kişileri ve onların hikayeleri var. Dönemin özellikleri büyük bir ustalıkla sunuluyor. Tasvir bakımından mükemmel örnekler var. İkisini paylaşmayı hassaten isterim.

Birincisi tıpla uğraşan sahte hekim Rafael'in tasvir edildiği satırlar. Yaklaşık bir sayfa kadar sürdü sanırım. Sanırım diyorum çünkü bir müddet sonra nadiren yaptığım bir şeyi yaparak cümleleri atladım. Ama bu yazarın başarısızlığı değil bilakis başarısıydı. Rafael'in kişisel pisliğini, yaşadığı mekanın iğrençliğini o kadar başarıyla anlatmış ki Anar, bir müddet sonra midemin bulandığını hissettim. Pisliği anlatan bu güçlü tasvirlere devam edemezdim.

Bir diğer tasvir başarısı ise sayfalarca süren bir durumdu. Orada ise Eflatun'u Eminönü civarından yola çıkarıp, bir sandala bindirerek Haliç'i geçirttiği ve Galata muhitine gönderdiği sahneler.  Eflatun gaipten gelen o sesin sahibini arayadursun, esasında yazar bizi o dönemin Müslüman ve gayrımüslim muhitlerinde dolaştırıyor; halkın ve çevrenin genel durumunu veriyordu.

Suskunlar, ağır işleyen ama kendini okutabilen bir fantastik roman. İhsan Oktay Anar okurları zaten bileceklerdir.

mehmet yılmaz

Çöle İnen Nur, usta yazar Necip Fazıl Kısakürek'in Hz. Muhammed (sav)'in hayatını anlattığı eseridir. Kısakürek bu kitabını hayatındaki büyük dönüşüme vesile olan Şeyhi Abdülhakim Arvasi'ye ithaf etmiştir. 

Çöle İnen Nur, isminden de anlaşılabileceği üzere Hz. Peygamber Efendimizi ve elbette Kur'an-ı Kerim'i anlatıyor. Necip Fazıl, muhtelif tarihlerde peyderpey neşrettiği yazılarını, bir kitap titizliğiyle derlemiş ve tarihi ilerleyişe uygun giden bir siyer yazmış.

Hacimli bir kitap olan Çöle İnen Nur'da Hz. Peygamber'in ismi, bir saygı ifadesi olarak zikredilmemiş, sadece başharfi olan M kullanılmış. Necip Fazıl'ın kendine has üslubu kitabın tamamına sinmiş. Kendisi sunuşta bunun tabiri caizse bir ilim eseri değil, gönül eseri olduğunu da yazmıştır.



Sahabelerden, zalimlere, dönemin hükümdarlarından başka kişilere kadar hemen herkes bu kitapta zikrediliyor. Hz. Peygamber'in doğumundan öncesi, ailesi, Arabistan'daki hayat, adetler, inanışlar... Sonrasında O'nun doğumu ve bebeklik, çocukluk dönemleri. Peygamberlikten önceki hayatı ve karakteri. Nübüvetin gelişiyle birlikte yaşananlar. Hz. Peygamber hakkında bildiğimiz ve dahi bilmediğimiz pek çok şey bu eserde kendine yer bulmuş. Özellikle Hac ya da umre ibadetlerini yerine getirmiş, o beldeleri görmüş olanlar için daha bir sürükleyici. Aklımızda yer edinen, O'nun evlilikleri, savaşları gibi bazı suallerin cevaplarını da bulabiliyoruz.

Zaten kitap kendi kulvarında önde gelen eserlerden birisi durumunda. 1969'dan 2014'e kadar tam 53 baskı yapmış. Peygamber Efendimizle ilgili malumat almak isteyenler için iyi bir kaynak eser.

mehmet yılmaz

Galiz Kahraman, İhsan Oktay Anar

Yazarın 2014'te piyasaya çıkan romanı. Galiz, iğrenç, kötü manasına gelen bir kelime. Nitekim romanın kahramanı da bir bakıma öyle. Anar bizi daha önce eski zamanlara götürür ve bir kısmı fantastik olan masalını/hikayesini orada anlatırdı. Lakin bu sefer devir cumhuriyet dönemi, muhtemelen de 90'lı yıllar.
Romanın baş karakteri İdris Amil Efendi adlı bir zat. Gerçek anlamda bir galiz kahraman. Roman onun etrafında gelişiyor. Anar'ın kendine has absürt öğeler barındıran üslubu bor romanda da devam ediyor. Üstelik çok daha yoğun bir şekilde.
Öyle ki roman bittikten sonra geriye sarıp düşündüğünüzde aslında bunun neredeyse bir mizah yazı dizisi olduğuna dahi karar verebilirsiniz. Bu yüzden romanın özeti diye bir şey sunmak da kolay değil.
Yalnızca İdris Amil değil romandaki karakterlerin hepsi birbirinden galiz! Yarma İskender, ismi ve soyismi oldukça dikkat çekici olan Efgan Bakara, Remiz, Remziye, Muhtar, Mualla...
Romanda hakikaten pek çok gülünç sahne var. İdris Amil'in çoğunlukla bir aptal olduğunu düşünüyorsunuz. Ama ecnebi yazarların romanlarını kendi yazmış gibi piyasaya sürdürmesi lakin sonunda o işin ekmeğini Muhtar'ın yemesiyle birlikte bazen de toplumdaki aptalların sayısının hiç de az olmadığı kanısına varıyorsunuz. Zaten yazar, romanda biraz da edebiyat üzerinden sıkı hicivler yapıyor.
Neyse, sonuçta her şey İdris Amil Efendi'nin nidası gibi;
Hüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!

mehmet yılmaz

Orhan Kemal - Eskicinin Oğulları

MEB'in öğrencilere tavsiye ettiği 100 Temel Eser arasında da yer alan bir roman Eskici ve Oğulları. Orhan Kemal'in en yetkin romanlarından birisi durumunda ve diğer eserlerinden esintiler taşıyor. Orhan Kemal demek biraz da Çukurova'nın Adana'nın folkloru demektir. Cemile, Dünya Evi, Avare Yıllar gibi eserlerinde olduğu gibi burada da yine Adana'nın yoksul ve kenar mahallerinin insanlarını anlatıyor Orhan Kemal.

Eskici, tabiri caizse gençliğinde dağ gibi bir adamdır ve bir bacağını Trablusgarp Harbinde bırakmıştır. Şimdi ise karısı ve yetişkin üç çocuğuyla yaşamakta, bir yandan da hem ayakkabıcılık hem de eskicilik yapmaktadır. Büyük oğlu evlidir ve üç çocuğu vardır. Küçük oğlu deli delişmen döneminde, kızı Zeliha ise genç kızlık çağındadır.

Aile geçim sıkıntısı çekmektedir. Bu nedenle kütlü ( pamuk tohumu ) toplamak için ırgat olarak Çukurova'ya çıkarlar ancak bu çok zahmetli ve hastalıklarla dolu bir iştir. Nitekim romanda bu durum gayet başarılı bir şekilde anlatılıyor.

Romana sonradan dahil olan iki önemli karakter daha var. Bunlar Ünal ve Zeynep. Orhan Kemal, Adana ağzını romanda ustalıkla kullanıyor. Ayrıca Çukurova'nın adeta sembollerinden birisi olan pamuk hasadıyla ilgili de çok şey görebiliyoruz.

Romanda cehalet, fukaralık, varoş mahalle kültürü gibi konular da işleniyor. Eskici çok da tutarlı bir adam değil. Romanın en aklı başında kişisi olarak büyük oğul görünüyor. Diğer bütün karakterlerin kişisel zaafları ve hataları var. Ayrıca her ne kadar liseler için 100 Temel Eser arasında yer alsa da bazı sahnelerin ve mukaddesata küfürlü ifadelerin kişisel olarak beni rahatsız ettiğini de ifade etmem lazım.

Karabudun

Biraz geç kaldım ama nihayet George Orwell'in "1984" adlı eserine başlamak nasip oldu.

mehmet yılmaz

Tarihi Değiştiren Diktatörler

Tarihi Değiştiren Diktatörler, Ali Çimen'in 'Tarihi Değiştirenler' serisinin bir kitabı. Nisan 2010'da ilk baskısı yapılmış. Dünya tarihine tabii ki menfi manada damgasını vurmuş olan belli başlı diktatörleri anlatıyor kitap. Kimler mi var? Stalin, Hitler, Mussolini, Mao, Pol Pot, Salazar, Franco, Bokassa, İdi Amin, Pinochet, II. Leopold, Mobutu, Şah Pehlevi, Çavuşesku, Saddam, Kim İl Sung ile Kim Jong İl ve Bin Ali...  Tahmin edebileceğiniz gibi son 150 yılın diktatörlerinden bazıları bu isimler. Liste daha da uzun olabilirdi pekala.
Seriyi bilenler için bir şey demeye lüzum yok ama ilk defa duyanlar için Çimen'in çok başarılı bir üslubu olduğunu söylemem lazım. Diğer kitapları gibi bu da ilgi çekici ve akıcı. İçinde son derece enteresan bilgiler var. Ancak ben size 'aslında Pol Pot'un gerçek adı Saloth Sar'dır ancak Çin Devleti kendilerine sadık olan Kamboçyalı yoldaşlarına 'politik potansiyel' yani kısaca pol pot dedikleri için o da bu lakabı almıştır' gibi sıra dışı bilgiler vermeyeceğim. Kitapta bahsi geçen bütün diktatörlerin çoğu müşterek bir bölümü özel bazı özellikleri ve uygulamaları var. Onlardan söz etmek niyetindeyim.

Bu arada kitaptaki her diktatör tornadan çıkmış gibi aynı değil. Stalin, Mao, Hitler gibi isimlerin öldürttükleri insan sayısının haddi hesabı yok. Bazılarının bu anlamda karnesi daha vasat. Pol Potve Kuzey Koreli Kim ailesi ise her anlamda berbat insanlar. Hem cinayetleri bakımından hem de başka bazı sebeplerle... Örneğin Salazar, Franco ve hatta Saddam gibiler ülke ekonomisini dış destekle de olsa düzeltiyorlar. Bu manada ilk bakışta olumlu şeyler de yapmış gibi görünüyorlar. Neyse, şimdi biz genel toplama bakalım ve bir diktatör prototipi ortaya koymaya çalışalım.

Hepsi de ruh hastasıdır. Kiminin çocukluktan gelen kimininse sonradan edinilmiş psikopatlıkları vardır. Yakın çevrelerinde kendilerine hatalarını ya da eksiklerini söyleyecek kimseleri barındırmazlar. Bir bağımlılık gibi sürekli övülmekten hoşlanırlar. Mao ve Kim İl Sung gibi bazıları dini tamamen ortadan kaldırmış ve kendilerini yarı tanrı durumuna getirip, üstelik kutsal kitap bile yazmışlarken bazıları ise dini kullanmış, dini terimlerle halkı kandırmıştır. Dini kullanan isimlerin başında ise Franco ve Salazar gelir. Keza Kongo'da terör estiren, milyonlarca Kongoluyu öldüren ve sakat bırakan Belçika Kralı da bütün bunları Hristiyanlığı yaymak için yaptığını söyleyecektir. Ancak gelgelelim esas amacı kişisel zenginliğidir. Servetinin haddi hesabı olmayacaktır. Ama Batı'nın dini hassasiyetleriyle ustalıkla oynayacaktır.

Başta Mao ve Çavuşesku olmak üzere çoğunun yanlarında yine ruh hastası olan eşleri vardır. Onların da doğum günleri kutlanır, onlar devlet işlerine karışır ve onlarsız hiçbir iş yapılmaz. Yani bir bakıma ruh eşleridir.

Diktatörlerin en hoşlandıkları şeylerden birisi de kalabalıklardır. Mitingler, stadyum gösterileri onların ab-ı hayatlarıdır adeta. Propaganda için her yolu denerler. Özellikle totaliter komünist devletlerde her taraf devasa heykellerle, afişlerle kaplıdır. Başkan onları her yerde gözetler. Hatta Kuzey Kore'de evlerin içinde de ruh hastası liderlerinin posterleri vardır. Güne başlarken o selamlanır.

Bazıları demokrasi ile başa gelmiştir ancak onlar için demokrasi sadece bir araçtır. Aslolan lider kültüne dayalı sıkı bir yönetimdir. İktidarlarının devamı için kan dökmekten imtina etmezler.

Aşırı derecede megaloman ve şüphecidirler. En yakınındakilere bile güvenmezler, kadro tasfiyesine bayılırlar. Onlara göre bir devletin büyüklüğü şatafatla belli olur. Orta Afrikalı Bokassa gibi altın tahtlara ve muazzam bütçeli davetlere bayılırlar. Halkın refah seviyesi önemli değildir. Çavuşesku ve Mobutu gibiler saraylar yaptırmıştır.

Ülkeyi adeta bir aile şirketi gibi yönetirler. Aile fertleri ve kendilerine yakın olanlar ihya edilir. Demokrasi istenmediği için sendikalar, siyasi partiler gibi ayak bağı kabul edilen bütün kurumlara darbe indirilir. Zaten amaç, liderine bağlı tek tip insan oluşturmaktır!

Basın sadece yandaşlardan oluşabilir. Muhalif basın zorla ya da başka yollarla susturulur. Karşı cepheden adam satın alınması da yine olağan bir durumdur. Basın sadece onun istediklerini yazar, duyurur. Çünkü gerçeklerin anlatılmasına gerek yoktur. Mesela Bin Ali'nin Tunus'unda gazeteler o ve ailesiyle ilgili her gün olumlu bir haber yapmak zorundadırlar.

Hitler ve Mussolini gibiler çok usta hatiplerdir. Kitleleri etkileme gücüne sahiptirler ve bu iş için özel çalışmalar yapıp, ekipler kurdurmuşlardır. Sonuçta bir yalanı etkili bir şekilde söylersen, etkisiz söylenen bir doğrudan daha gerçek olabiliyordur!
Dürüst olmak, yalan konuşmamak, ahlaki değerlere bağlı olmak gibi evrensel değerlerin onlar için bir kıymeti yoktur çünkü iktidara giden her yol mubahtır.

Ülkenin ordusu vardır ancak yine de lider için mutlaka bir başka teşkilat devreye sokulur. Bunun adı Stalin'de NKVD, Saddam'da Muhaberattır. Fişleme, gözaltı, hapis, sürgün ve ölüm kampları sistemin işlemesi için uygulanan şeylerdir.

Liderlerin acayip lakapları vardır. Mesela Kim İl Sung'un en bilinen unvanı 'Yüce Lider' olmasına rağmen ondan bahsederken 'demir iradeli ve her daim muzaffer komutan'; 'yüce güneş ve yüce insan'; 'büyük ata'; 'ulusun güneşi ve ulusun üstün beyni' gibi unvanları da unutmamak lazım gelir.

Bazıları kendi hayatlarına mitolojik unsurlar katarlar. Kuzey Kore bu konuda traji-komik bir ülkedir. Diktatörlerin hepsi sert ve ani reformlardan yanadır ve çabuk sonuç alınmasını isterler. Ancak hakikat plana uymaz.

Bunlar arasında Salazar, Franco hatta bir dönem Saddam gibi isimler ekonomiyi düzeltirler. Stalin bile mesela ulaşım alanında önemli hamleler yapar. Bu yüzden kendilerine yandaş da edinebilirler. Ancak halkın genel durumu iyi değildir. Denetleme mekanizması da olmadığı için rüşvet çok yaygındır. İhaleler, işler belli kişilerde toplanır. Yolsuzluk herkesin bildiği ama bilmezden geldiği bir şeydir.

Diktatörlerin hepsi de çok zengindir. Ülkesi çok fakir olsa dahi bu böyledir. Pinochet başta olmak üzere pek çoğunun yurt dışına kaçırdığı milyon dolarları vardır. Uluslara arası ticaret ya da kaçakçılığa bulaşmış olanları da vardır.

Hayal aleminde yaşamayı severler. Ülkelerini daha büyük olmasını isterler ve halkı da bu propagandaya ortak ederler. Lakin çoğu zaman gerçekler bambaşka olur. Propaganda fotoğraflarına bayılırlar. Genelde küçük çocuklarla ya da sağlıklı gençlerle birlikte mutluluk pozları verirler.

mehmet yılmaz

Son günlerin popüler kitaplarından birisi; Şatafatlı Mağlubiyet. Kitabın alt başlığı ise 'İslamcıların İktidarla İmtihanı'.

Birkaç ay öncesine kadar yazarı Levent Gültekin'in adını dahi duymamıştım. Ancak son dönemlerde verdiği bazı röportajlarda söylediği şeyler hayli ilgimi çekti. Kendisinin de yıllarca içinde bulunduğu hatta kendi tabiriyle söylersek 'gençliğini bu uğurda verdiği' siyasal İslamcılar'a eleştiriler getiriyordu; yani artık var olduğuna inanmadığı kendi mahallesine! Davasına, partisine...

Kitaba dönersek aslında orada da aynı eleştiriler ve tespitler var. Tenkitlerin ekseriyeti iktidar partisi için olsa da Hizmet Hareketi ve diğer bazı dini referanslı parti ve yapılar da eleştiriye maruz kalmış durumda. Şimdi ben kitapla ilgili ne yazarsam bunu 'siyaset yapmak' olarak algılayacak potansiyel bir kitle var olduğu için mevzuyu biraz daha şahsileştireyim.

İnsanoğlu değişir, fikirleri farklılaşır. Öğretilmişliklerinin yanlışlığını anlayabilir; zaman içinde olgunlaşabilir ve dünya görüşü değişebilir.  Bugün toplum olarak geldiğimiz duruma baktığımda reçetede ne yazması gerektiğini görebiliyorum.

Bizim ihtiyacımız olan şey demokrasi. Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok. İslam dünyasında bizler demokrat olmadığımız hatta bırakın olmayı, bunu denemeyi bile düşünmediğimiz için bu hallerdeyiz. Dinin dışında bir ahlakın olmayacağına inandırıldığımız için bu hallerdeyiz. İyi kötü ibadet yapmanın yeterli olacağına, ahlaki değerlerin önemsiz olduğuna inandırıldığımız için bu haldeyiz. Gültekin'in kitapta çok ciddi ve makul eleştirileri var. Burada onları sıralamak niyetinde değilim. Pek çoğunun altının çizilmesi gerekiyor. Biz Müslümanların bir zihniyet inkılâbına ihtiyacımız olduğu kesin.

Yazarla aynı şeyi düşünüyoruz; İslam tek hak din, amenna! Ancak İslamcılar, ne kadar İslam'a uygunlar? Sonuçta İslam tek lakin yorumları farklı farklı. Mesela bunun en katı ve vahşi yorumlarından birisi IŞİD zihniyeti. Sorsanız, onlar da bütün bu vandallıkları İslam için yapıyorlar.

Gültekin, içinden çıktığı siyasal İslamcılığın nasıl bir tükeniş içinde olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. 'Kendileri cennete gitmek isterken başkalarının hayatını cehenneme çeviren' ya da nezaketsizliği, ahlaksızlığı, haksızlığı, hırsızlığı, torpili 'dine hizmet, davaya hizmet, cihatta bu olabilir' gibi mazeretlerle meşrulaştıran ikiyüzlü tipleri anlatıyor. Ve bunu da pek çok suçlamaya maruz kalma pahasına yapıyor. Şu tespit de çok yerinde; Türkiye nasıl bir ülkedir diye sorarlarsa, mazlumken demokrat, güçlüyken faşist olanların olduğu ülkedir!..

Bu arada Gültekin'in kitabında atıfta bulunduğu eserlerden birisi de Taha Akyol'un 'Türkiye'nin Hukuk Serüveni' kitabı. Mutlaka okunması gereken kitaplardan birisi de o. Akyol, demokrasi reçetesini sunarken tarihi süreçte Müslümanların yaptıkları ve yapamadıklarını da gözler önüne seriyordu.

Şatafatlı Mağlubiyet'e dönersek eğer yazarın yorum, görüş ve tenkitlerinin büyük bir kısmına katılıyorum. Katılmadığım bazı kısımlar da var elbet ama kitabı okumadan önce olduğu gibi okurken de kendi adıma bir özeleştiri yaptım ve bazı konularda ne kadar sakat bir bakışa sahip olduğumu gördüm. Kaldı ki, bu özeleştirileri özellikle Avrupa'yı gördükten sonra daha sık yapar olmuştum.

Kitabı okurken biz Müslümanlar adına umutsuzluğa kapıldığım yerler oldu. Ancak orada iki bölümde imdadıma o büyük Müslüman lider yetişti. Evet, yazarın da atıfta bulunduğu merhum Aliya İzzetbegoviç'ten söz ediyorum. Bilge Kral lakaplı Aliya, Avrupalı samimi bir mümin ve gerçek bir demokrattı. Onun sözleri, uygulamaları hepimize rehber olmalı. Bir dindarın nasıl siyaset yapabileceğini onda görebiliyoruz. Yoksa bizdeki ve maalesef bütün Asya ve Afrika'daki İslamcı liderler gibi 'tek adam ritüeli' üzerinden gidildiğinde nasıl sonuçlar doğurduğu ortada. Hele kitapta yer alan ve 'dini eğitim nasıl olmalı?' sorusu üzerine Aliya'nın yazdığı bir makale var ki, ufuk açıcı.

Ne demişti Muhammed İkbal? 'Bugün İslam'a yapabileceğimiz en büyük hizmet biz Müslümanların onu temsil edemediğini anlatmaktır!'

Ezcümle, Gültekin'in yorumlarına katılıp katılmamak size kalsın ama bu kitaba bir göz atın bence.

Desiqner

Húrin'in Çocukları - J.R.R. Tolkien.

Tolkien'in yarım bıraktığı öykülerinden biri olup oğlu Christopher Tolkien tarafından babasının taslakları 30 yıl incelenerek tamamlanmış.
Çok seviyor olduğum Bilim Kurgu romanlarından biri olup bitirdiğimde yorumlarımı nasipse buraya yazarım.

mehmet yılmaz

Sabahattin Ali - Yeni Dünya - YKY

Sabahattin Ali, Türk edebiyatının sıra dışı isimlerinden birisiydi. Edebi bilgisine çok değer verdiğim bir dostum 'hikayeleri, romanlarından da şiirlerinden de iyidir' dediğinde öykülerine olan ilgim daha da arttı. Romanları ve şiirleri de kötü değildi ama özellikle Yeni Dünya'daki hikayeler gerçekten çok başarılı. Öyle ki, ben kısa hikayelerden öyle pek de hazzeden birisi değilim. Ancak bu kitabı çok beğendiğimi ifade etmeliyim.

Yeni Dünya'daki hikayeler 1930'lı yılların Türkiye'sinden kesitler taşıyor. Ali, iyi bir anlatıcı olduğunu her yönüyle ortaya koyuyor. Kitapta 13 hikaye var. Kısaca söz edersek, Asfalt Yol, bir köy öğretmeninin çalıştığı köye yol getirmek için verdiği mücadeleyi ele alıyor. O dönemin taşra gerçeklerini ve siyasetçi-köylü ilişkisini ele alıyor. Hanende Melek ise yine bir taşra hikayesi. Burada gönlünü bir şarkıcıya kaptıran katibin acı hikayesi var. Fakirlik ve cahillik anlatılıyor. Ayran ve Isıtmak İçin hikayelerinin de temelinde fakirlik, yokluk, yoksulluk yer alıyor. Ali, insanın içine işleyen soğoğu ve fakirliği gayet ustaca anlatıyor buralarda. Ayran'da çocuk kalbini, Isıtmak İçin'deyse biçare bir annenin yüreğini hissettiriyor bize. Selam da yine konu olarak Hanende Melek'i andırıyor. Bu sefer İznik Gölü kenarında, yuvasını yıkan bir adamın öyküsü var. Uyku ise bir kamyoncu ve yol hikayesi var. Kitaba adını veren Yeni Dünya'da Yörük düğünlerinde rakseden bir kadıncağız olan Yeni Dünya'nın trajik öyküsü anlatılmış. İki Kadın'da ise yaşlı bir adamın birisi emektar, öbürü genç iki karısının başından geçenler resmedilmiş. Sulfata ise Anadolu köylüsünün sıtma ile olan savaşının genç bir çift ve onların hastalığına asla inanmayan inatçı bir kasaba doktoru üzerinden anlatıyor. Kitaptaki hikayeler arasında en meşhuru ise sinema filmi de çekilen Hasanboğuldu. Kaz Dağlarında geçtiği rivayet edilen bir aşk hikayesi anlatılıyor burada.
Velhasıl Sabahattin Ali, ne kadar usta bir tahkiyeci olduğunu buradaki eserleriyle ortaya koymuş. 

Desiqner

Siyonizm ve Türkiye
Doç Dr. Yaşar KUTLUAY

Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in hatıratlarının Yaşar Kutluay tarafından yorumlanmış güzel bir eser.Bitirebilirsem Hurin'in Çocukları ile birlikte özetlerini yazacağım inşaAllah :)

mehmet yılmaz

Tarihi Değiştiren Günler - Ali Çimen

'Tarihi Değiştirenler' serisine ait kitaplardan birisi. Mart 2011'de ilk baskısı yapılmış olan kitap serinin bütün özelliklerini içinde barındırıyor. Nedir o özellikler derseniz, bana göre popüler tarih kavramını fazlasıyla taşıyor olması başta gelir. Belgesel dili, başarılı üslubu ve fotoğraflarla desteklenmesi de keza. Ayrıca 'Akılda Kalanlar' bölümüne bir de 'O Günlerde Türkiye' bölümü eklenmiş ki hadiseleri daha etraflıca görmemize imkan sağlamış.
Kitaba konu olan günler seçilirken daha çok yakın tarih tercih edilmiş. Bölümler pek de uzun tutulmamış ve bu da bir okuma kolaylığı sağlamış. O günlerin bazılarını biz okurlar da hatırlıyoruz. Bazıları ise bizlerden çok önce yaşanmış.
İlgili günler arasında çoğu siyasi olsa da bilim ve teknoloji açısından önemli günler de var. Kronolojik sırayla giderken küresel ölçekte yaşanan durumları çok rahat görebiliyoruz. Kim ne yapmış, neyi amaçlamış, ne olmuş? Bir zamanlar dünyaya yön veren politikacılar, savaşlar, devletler... II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Soğuk Savaş dönemi...
Velhasıl, serinin diğer kitaplarını olduğu gibi bunu da tavsiye ederim.


Duško Milinković

Kadı sicillerinde Samsun..Büyükşehir belediye kültür yayınları. ..

mehmet yılmaz

Sabahattin Ali - Sırça Köşk - YKY

Sabahattin Ali'nin Sırça Köşk adlı kitabında hepsi 1940'lı yıllarda yazılmış olan 13 hikaye ve 4 de masal var. 1948'de öldürülen Ali'nin ustalık eserleri de diyebileceğimiz bu eser aradan geçen senelere rağmen günümüzde dahi etkisini ve güncelliğini koruyabiliyor.

Ali, edebiyatçı kimliğinin politika ile örselemiş bir isim bana göre. Halbuki politik olmayan o kadar güzel hikayeler yazmış ki. Çoğumuz onu Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf romanlarıyla biliyoruz. Çoğu bestelenmiş ve bu nedenle popüler olmuş şiirleri de var. Ancak Ali'nin en önemli tarafı belki de öykücülüğü. Yeni Dünya'da birbirinden başarılı öykülerini okuduğumuz Ali, Sırça Köşk'te de bu başarısını devam ettiriyor. Çoğu 1940'larda geçen ve Anadolu/İstanbul kesitleri sunan hikayeler capcanlı bir şekilde karşımızda duruyor.

Portakal hikayesi ticaretten vurgun yapanlarla, saf bir gemiciyi anlatıyor. Beyaz Bir Gemi ise biraz da trajikomik bir hikaye. Ressamlar arasındaki rekabetin ve beyaz bir gemi beklentisinin anlatıldığı bir hikaye üstelik.

Katil Osman'da Ali bizi kendisinin de iyi bildiği cezaevi ortamına götürüyor. Böbrek ve Cankurtaran ise paragöz doktor tipleri ile sonları felaketle biten garibanların hikayelerine sahne oluyor. Bahtiyar Köpek bir sistem eleştirisi olarak karşımıza çıkıyor.

Çirkince'de ise günümüzde hayli meşhur bir yer haline gelen Şirince köyüne gidiyoruz. Selçuk ve Şirince'yi bilenler için daha da ilgi çekici bir hal alabiliyor hikaye.

Masallar arasında ise bence öne çıkanı kitaba da adını veren Sırça Köşk. Saray ve şatafat eleştirisi var orada da.
Özetle, Sabahattin Ali, benim gibi kısa hikayelerden pek hazetmeyen birisine dahi hitap edebilen, kendini okutan eserler koymuş ortaya.

mehmet yılmaz

Muhsin Başkan - Y. Bülent Bakiler

Vefatıyla birlikte kıymetini daha da anladığımız değerli insan, alperen ve hepimizin Muhsin Başkanı ile ilgili bir derleme. Ölümünün ardından yazılmış olan pek çok köşe yazısı ile daha evvel yayımlanmış bazı röportajların olduğu bir kitap hazırlamış Yavuz Bülent Bakiler. Muhsin Başkan'ın politik serüveni kadar insani yönlerini de görüyoruz bu kitapta ve ne kadar büyük bir adamı, bir Türk sevdalısını, bir demokratı ve bir mümini kaybettiğimizi daha da iyi anlıyoruz. Allah'ın rahmet onunla olsun.

Mustafa Kutlu - Hesap Günü

Mustafa Kutlu'nun Hesap Günü adlı hikayesi tipik bir Mustafa Kutlu hikayesi aslında. Yani yazarın okurları için bilindik bir yola sahip. Kutlu, hikayelerinin genel özelliği olan sohbet eder gibi anlatım, adeta tek oturumluk okumalar burada da var.

Hesap Günü bir 'hesap günü' hikayesi aynı zamanda. Vefat etmiş olan Bedir beyin, tabutun içindeyken görüp duyması üzerine kurgulanmış bir sohbet hikayesi gibi. Başka bazı eserlerinde olduğu gibi yine zaman kavramının delik deşik edildiğini görüyoruz. Yani, yaşa ve yıllara çok takılmamak gerekiyor. Yine çoğunlukla Bedir'in anlattığını sandığımız hikayede anlatıcı olarak bazen bizzat yazar da katılıyor.

Hesap Günü'nün ana fikri Kur'an-ı Kerim'de birkaç farklı ayette geçen 'dünya hayatı bir oyundan, oyalanmadan, eğlenceden ibarettir' cümlesine dayanıyor. Bedir gelgitler yaşayan ilginç bir adam olarak bu dünya hayatının bir oyalanma olduğunu bize göstermiş oluyor.

Kutlu zaman zaman 'Biz Türklerin iki özelliği vardır. Pratik ve pragmatik olmak. O sebeple bizden filozof çıkmaz, aksiyon adamı çıkar.' gibi çarpıcı tespitlerini de yazdıklarının içine yerleştirmeyi ihmal etmiyor.

Ocağımız Sönmesin - Refik Özdek

Merhum Refik Özdek'i Cengiz Aytmatov tercümelerinden tanıyordum. Yıllar önce Kiziroğlu Mustafa adlı bir kitabını da okumuştum. Ocağımız Sönmesin adını bildiğim ama okumanın kısmet olmadığı bir romanı idi.

Roman 93 Harbi'nin -ki hicri 1293, miladi ise 1877-78 yıllarına denk gelen ve bizim adımıza adeta bir faciaya dönüşen savaşın yaşattığı acıları konu alıyor. Savaşın kapıya dayanması nedeniyle Tulçe'den yola çıkan bir Türk göç kafilesinin hikayesi var romanda. Yola çıktıklarında her biri sağlıklı olan, eşyaları, paraları, atlı arabaları ve hatta hayvan sürüleri de olan bu kafile Bulgar çeteleri ve Rus askerlerinin baskınlarına uğraya uğraya Edirne'ye kadar ilerlerler.

Roman bu göçü merkezde tutuyor. O dönemin özellikleri romana yansıtılmış. Çeteciler ve Rusların ilerleyişi ile birlikte Müslüman halkın yaşadığı soykırım çok açık bir şekilde gözler önüne seriliyor. Namus, can ve mal güvenliğinin kalmadığı bir ortamda tek amaçları Ak Toprak dedikleri Edirne-İstanbul sahasına ulaşmak olan kafileyle birlikte biz de kışın soğuğunda donuyor, çete baskınlarında irkiliyoruz. Nitekim yüzlerce kişiyle çıktıkları bu göç yolunda geriye bir avuç kalıyorlar. Hatta o da yetmiyor...

Romana adını veren şey ise ta Kırım'dan Deliorman'a gelirken başlattıkları bir şey. Ocağımız sönmesin diyerek sürekli bir ateşi canlı tutuyorlar. Bizim İstiklal Marşımızda da geçen bir ifade aslında; sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!

Bütün çaba o ocağın sönmemesi için bu romanda. Rasim ile Mesude'nin saflık kokan, Türklük kokan tertemiz ve hüzünlü aşkları da romandaki baskın unsurlardan birisi oluyor bu arada...

Harun Çelik - Bizim Dimitri

Mübadele yıllarında birisi 12 diğeri 4 yaşında iki Türk kardeş anne ve babalarıyla birlikte, memleketlerinden gönderilmek üzeredirler. Ancak kötü kalpli bir Yunan askeri kızı ve annesini alıkoyar. Baba ve erkek kardeş yeni ülkelerine giderler. Aradan 70 sene geçer. Anne ve baba ölmüş. Kardeşler yıllarca birbirlerinden haber alamamışlardır. En nihayetinde birisi onların hikayesini bilir ve iki kardeşi buluşturmak ister. Ancak ablanın yüreği bu heyecana dayanamaz; kardeşi yoldayken o vefat eder.

Göçmenleri taşıyan gemilerden birinde bir Rum kadının bebeği vefat etmiştir. Kurallara göre salgın riskiyle ölüler denize atılacaktır. Anne kalbi buna katlanamaz. 'Yapmayın' der, 'atmayın' der ama dinletemez. Sonunda o genç anne kucağında ölü bebeğiyle birlikte Ege'ye atlar ve sularda kaybolur.

Çok hazin öyküler değil mi? Bunlar gibi bir sürü var. Ve maalesef bunların hepsi gerçek. Ancak küçük bir değişiklik yaptım. Aslında anlattığım kardeşler Rum; anne ise Türk'tü. Şimdi duygularımız değişti mi? Değişmemeli... Çünkü acılar ortak, hasret ortak ve hepsi de insan.

Harun Çelik, Bizim Dimitri'ye alt başlık olarak 'Hiç Gitmek İstemediler' cümlesini seçmiş. Doğru da yapmış. Kitap Türkiye'den Yunanistan'a giden Rumlar ile Yunanistan'dan Türkiye'ye gelen Türklerin hikayelerini anlatıyor. Yani mübadillerin...

Kendisi de bir Karadenizli olan Çelik'in üç farklı zaman diliminde Yunanistan'a yaptığı seyahatler ile Türkiye'deki mübadillerle yaptığı görüşmeler var kitapta. Çelik hadiseye insani yönden ve objektif bakmaya çalışmış. Kitabın tamamında bu insani bakış açısı kendini hissettiriyor.

Mübadeleye ilgi duyuyorsanız sizin için ideal bir kitap bu; yok eğer duymuyorsanız duymanızı sağlayabilecek kadar da iyi.