Şu An Hangi Kitabı Okuyorsunuz?

Başlatan Clint_Eastwood, 31 Temmuz 2008, 22:05:10

« önceki - sonraki »

mehmet yılmaz

Savaş ve Açlar - Hasan İzzettin Dinamo

Bazı romanlar oluyor, okurken de bitirdikten sonra da uzun süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Günlük hayatınıza devam ederken aklınıza bir anda o romandan birileri ya da bir sahne gelebiliyor. Bu tür romanlar ya genelde gerçek olaylardan alınmış ya da otobiyografik çizgiler taşıyan şeyler oluyor. İşte o romanlardan birisini yeni bitirdim ben; Hasan İzzettin Dinamo'nun Savaş ve Açlar'ı...

Son zamanlarda konusu Samsun'da geçen romanları okuyordum. Savaş ve Açlar'ı ise birkaç ay öncesine kadar hiç duymamıştım. Bu benim ayıbım olsun çünkü nasıl olmuş da bu yaşıma kadar okumamış hatta duymamışım böyle bir romanı? Üstelik devamı da varmış; Öksüz Musa.

Hasan İzzettin Dinamo, sosyalist kesimde bilinen bir isimmiş. Hayata veda edeli epey olmuş. Trabzonlu bir ailenin çocuğu ve daha bebekken önce İstanbul'a, oradan da 3-4 yaşlarındayken Samsun'a gelmişler. Babası Yemen Çöllerinde yedi yıl harp edip, hayatta kalan nadir askerlerden birisiymiş. Ancak Cihan Harbi başlayınca önce Karadeniz'deki pek çok erkek gibi babasını ardından da 15 yaşındaki ağabeyini cepheye almışlar. Onların gidecekleri yer Sarıkamış Cephesi olmuş. Hasan İzzettin Dinamo, henüz 5-6 yaşlarındayken anası ve kardeşleriyle Samsun'da yokluk ve açlık içinde kalakalmış.

Şimdi 'Hasan İzzettin' yerine 'Musa' ismini koyun oraya. Çünkü roman ana konusu ve olaylarıyla neredeyse tamamen gerçek. Romanı başarılı kılan ama okuyucuyu çok daha derinden etkileyen şey de tam bu işte; gerçek olması! Hatta maalesef gerçek olması...

Konu ve gidişatla ilgili çok fazla ipucu vermek istemiyorum. Çünkü biliyorum zor ama isterim ki her Samsunlu, her Karadenizli, her Türk vatandaşı bu romanı okusun. Evet, yazarın dünya görüşü, hayata bakışı, inançları ya da inançsızlığı... Bunlara katılıp katılmamak herkesin kendi tercihidir lakin anlatılanları yabana atmamak lazım. Üstelik bazı şeyleri yaşamadan hüküm vermek kolay olsa gerek; ben savaşı yaşamanın getirdiği karamsarlığı ve inanç kaybını Cengiz Dağcı'nın romanlarından iyi biliyorum. Savaş ve Açlar ise bana en çok Cengiz Aytmatov'un Toprak Ana'sını hatırlattı. İki roman hüzünleri ve hadiseleriyle epeyce benzeşiyor. Bu doğal çünkü savaşın milleti, dini, ülkesi yok; büyük bir acı ve yıkım demek. Savaşın tarumar ettiği şeylerin başında ise ahlak ve merhamet geliyor.

Biz savaş denince genelde gidenlerin hikayelerine odaklanıyoruz. Ancak bir de kalanlar var. Cephe gerisindeki acıların cephedekilerden aşağı kalır bir yanı olmadığını bu romanda iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kitabın adı bütün romana sinmiş durumda; savaş ve açlar.

Yıllar süren kıtlık günlerinde açılığın ne büyük bir felakete dönüştüğünü görüyorsunuz. Kitabı birkaç gün içinde okudum ve bazı zamanlar karnım açtı. Anlamaya çalıştım. Pazar yerine çıktım, tezgahlardaki sebzelere, meyvelere farklı gözle baktım; evdeki çocuklarıma, karşımdaki tepelere...

Sonuçta romanın geçtiği şehirdeyim ben de. Roman biter bitmez şimdi bir tarafında kocaman bir AVM'nin yükseldiği Mert Irmağına indim. Köprüden o sulara baktım. Salhanenin nerede olduğunu, Reji binasını kestirmeye çalıştım. Musa'nın denize girdiği alan şurası olmalı; Tatar barakaları burada olmalı diye farklı bir gözle baktım şehre. Daruleytam ise bugünkü Sosyal Bilimler Lisesi alanındaymış.

Romandaki anlatım çok başarılı. Kalın bir kitap olmasına rağmen yormadan okutuyor kendisini. Trajedi dolu bir roman. Tasvirler, gelişmeler yerli yerinde. Fakirliği, açılığı, sefaleti, haksızlığı, kalleşliği ziyadesiyle duyabiliyorsunuz.

Bugünkü rahatımız ve refah seviyemiz göz önüne alındığında insanın inanamayacağı şeylerle karşılaşıyorsunuz. Kuduz, pislik, fakirlik, açlık, garibanlık, yokluk, hastalık... Köpek pisliği toplamaktan tutun da deniz suyundan tuz çıkarmaya kadar hemen her şey. Ve açlıktan ölen çocuklar; şehit eşi ya da çocuğu olmalarına rağmen yüzüne bakılmayanlar, kötü yola düşürülenler... Kırım göçmenleri, Kafkas göçmenleri, Balkan göçmenleri ve Doğu Karadeniz göçmenleri, Ermeni ve Rumlar... Elbette Her dönemin yüz karaları olan savaş fırsatçıları ve elbette gemilerini yüzdürenler. Bedel ödeyenler. Şehitlerin kim için şehit olduğunu sorgulamak zorunda kalıyorsunuz. Bir ailenin merkezde olduğu, deruni acılar barındıran bir romanla karşılaşıyorsunuz.

Hasıl-ı kelam, bu roman beni derinden etkiledi. Milletlerin tarihlerinin kişisel tarihlerle ilişkili olduğunu unutmamak lazım. Ve hayat '1914-18 yılları arasında Birinci Dünya Savaşını yaşadık' cümlesi kadar basit ve kolay değil asla...

mehmet yılmaz

Öksüz Musa
Hasan İzzettin Dinamo - Heyamola Yayınları


Öksüz Musa bir devam roman niteliğinde. Esas romanı Savaş ve Açlar oluşturuyor. Savaş ve Açlar anlatım gücü, kurgusu, olay örgüsü ve edebi gücü bakımından bir başyapıt sayılabilir. Çok önemli bir kitap. Hatta bir diğer önemi de romanın 1911-1918 yılları arasının Samsun'unu anlatıyor olması. Bu dönemde Samsun'da yaşayan ve önce babasını sonra da ağabeyini cepheye gönderip, annesi ve kardeşleriyle selsefil ortada kalan bir çocuğun hikayesi var orada. İşte Musa adlı bu çocuğun, 1918'den sonraki serüveni de Öksüz Musa'da devam ediyor. İlk kitap Türkler ve Osmanlı için felaket dolu yılları kapsıyordu. Burada da şahısların kaderinin milletlerin kaderiyle iç içe olduğu gerçeği var ve Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarının yansımalarını görüyoruz. İlk 35-40 sayfada yine Samsun var. Musa ve kardeşlerinin Darül Eytam'a ( Yetimler Evi ) yerleşmesi ve sonrasındaki yaşadıkları konu ediliyor.

İlk kitapla kıyaslamak gerekirse öncelikle söylenmesi gereken şey bunun bir devam roman olduğu. Yani, ilkini okumadan Öksüz Musa'yı okumanın pek bir manası yok. Yine Savaş ve Açlar'a göre biraz daha düşük seviyeli olduğunu görüyoruz. Savaş ve Açlar çok dolu bir romandı. Burada ise bazı konular üstün körü geçilmiş; bazı duygular atlanmış ya da hızlandırılmış gibi. Örneğin İstanbul yıllarından sonra Musa'nın Amasya'ya gitmek için tekrar Samsun'a gelişi... Birkaç cümle ile geçiştirilecek bir konu değildi bence. Şehri işgal ve savaş sonrasında yeniden görmesi ve o hislerini anlatması çok yerinde olurdu. Lakin yazar bunu yapmamış. Bir de iki kitabın yazılış yılları arasındaki farkın da etkisi olabilir; Öksüz Musa'da zorlama Öztürkçe(!) kelimeler kullanılmış.

Kitap işgalin, şehit yetimi olmanın zihni arka planını iyi veriyor. Zaman zaman bir belgesel tadına doğru gitse de ilk kitabın oluşturduğu merak duygusu bunu da okunur kılıyor. Bu arada Musa karakterinin Hasan İzzettin Dinamo'dan çok net izler taşıdığı bir gerçek. Zaten romana tat veren şey de bu gerçeklik duygusu.

Tavsiyem öncelikle ve kesinlikle Savaş ve Açlar'ı okumanızdır. Onun alî hatırı, Öksüz Musa'yı da okutacaktır size.

mehmet yılmaz

Mehmed Niyazi'nin Kanije adlı son romanını okudum.
Kanije Kalesinin muhasara eden Tiryaki Hasan Paşa'yı merkezde tutan bir roman. Paşa'nın tecrübesi ve dehası anlatılıyor. Çanakkale Mahşeri ayarında bir roman değil ama döneme ilgi duyanlar için ideal.

mehmet yılmaz



Bu kitap Samsun'da geçiyor! Öncelikle bunu söylemem lazım. Ancak Ayfer Tunç, neredeyse civardaki bütün şehirlerin ismini zikretse de bir defa bile Samsun adını kullanmıyor. Lakin röportajında söylüyor Samsun olduğunu. Zaten bölgenin tek 'Deliler Hastanesi' ile Saat Kulesi gibi ayrıştırıcı mekanların yanında, yazıldığı dönemde tek büyükşehir belediyesi olması gibi durumlar ile aynalı çarşı, otel, pastane, altında pasaj olan cami gibi bilindik muhitleri de kullanarak bir nevi Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'nde isim vermeden Manisa'yı tasvir etmesi gibi o da Samsun'u anlatıyor. Elbette olayların ve kahramanların neredeyse tamamı gibi mekanların da mühimce kısmı kurmaca. Kanal SS, Halktan Haber gibi yerel medya unsurları da var.

Ayfer Tunç'u 'Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek' adlı adından içeriğine kadar çok özel bir kitap olan '70'li Yıllar' derlemesiyle tanımıştım. Bu kitap da en az onun kadar başarılı. Sanki bir oturuşta bütün romanı yazmış gibi. Hiç kalkmamış, aralıksız devam etmiş adeta. Tabii bize bu hissi veren iki şey var. Birincisi bu hacimli romanda hiç bölüm olmaması. Yekpare bir roman. Ara vermek yok. İkincisi ise başarılı anlatımı. Yani sıkılmıyorsunuz. Sanki bir tanıdığınıza denk gelmişsiniz ve karşılıklı çaylarınızı yudumlarken o anlatıyor; siz dinliyorsunuz. Bir bakıma büyük bir roman olduğu kadar bir hikayeler, uzun hikayeler bütünü de aynı zamanda. Nitekim romanda klasik tarzda bir roman kahramanı da yok. Başrol oyuncusu yerine onlarca karakter bir arada. Bunlara rağmen anlatım ve roman dili her bir kahramanın sahnesinin geldiği anda onu yeniden hatırlamanıza yol açacak kadar başarılı.

Tabii romanda belki bir eleştiri olabilir babında çok sayıda ölüm ve çok sayıda arızalı tipe denk geliyoruz. Ancak nihayetinde anlatılanların çoğu oranın hastası olmasa dahi 'Bir Deliler Evini' ilgilendiren hayatlar var. Tunç, adeta şehrin, hastanenin ve hatta bu topraklarda yaşayan insanların son yüzyıldaki tarihlerine de kendi penceresinden bakıyor. Romanın merkezindeki şehir adı yazılmasa dahi Samsun olsa da, insan hikayeleri bizi Karadeniz'in dışında İstanbul'a, Ege'ye hatta ta Amerikalara kadar götürüyor.

Romanın kalınlığına rağmen ilerleyişi çok hızlı ve iyi. Çünkü hikayeler, yaşanmışlıklar sizi içine çekiyor. Merak unsuru sürekli ayakta tutulmuş. Zekice yerleştirilmiş isimler ve olaylar örgüsü var. Son 40-45 sayfaya yayılan final ise gerçekten harikulade. 'Acaba sonunda ne olacak?' sorusuna uygun bir final hazırlamış Tunç.

Bu kitapta Samsun olması okumam için öncelikli sebepti lakin o olmasaymış bile okunması gereken, son derece başarılı bir roman var karşımızda. 

mehmet yılmaz

Ayşe Kulin'in Nefes Nefese adlı romanı bizleri 1940 yıllara, daha başka bir ifadeyle İkinci Dünya Savaşı yıllarına götürüyor. Savaşa katılmayan bir Türkiye ama savaşın sıkıntılarını iliklerine kadar hisseden bir Türkiye de aynı zamanda. Nefes Nefese bu dönemde Ankara ve Fransa hattındaki Türk diplomatların dünyasına giriş yapıyor.
Oldukça sürükleyici olan bu romanla ilgili en temel itirazım ismine olabilir. Bence romanın ismi Türk Pasaportu olmalı imiş. Çünkü romanın ana dayanağı, hedefi, amacı, öznesi... Adına ne dersek diyelim işte o şey tam anlamıyla Türk pasaportu. O pasaport savaş esnasında tarafsız kalan ve adeta canbaz misali ipte yürüyen ve her iki taraf için de makbul kabul edilen Türkiye'ye kaçış anlamına geliyor. Savaşta Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi sürek avını bu romanda çok net bir şekilde hissettirmiş bize yazar. Satır aralarındaysa İspanya'daki zor zamanlarında Osmanlı'ya sığınan, Osmanlı'nın zor zamanında ise çekip giden Yahudilere, Türklerin bir kez daha kucak açması var aslında. Öyle ki merhamet ve insanlık hissi üstün olan Türk diplomatlar kendi canlarını dahi tehlikeye atarak o mazlum insanlara yardım ediyorlar.
Roman kahramanları Ayşe Kulin'in daha önceki eserlerindeki prototiplerle uyumlu. Kulin'in -doğal olarak- bir kendi tipleri var romanlarında. Burada öyle esasında. Selva, Paşa babası tarafından Avrupai özelliklere göre yetiştirilse de bir Yahudi ile evlenmesi nedeniyle babası tarafından dışlanmış bir karakter. Keza eşi Rafael de kendi ailesi tarafından. Ablası Sabiha gelgitleri olan bir kadın. Eşi Macit ise dürüst ve mesleğine bağlı bir diplomat. Bu anlamda Sevdalinka'daki Nimeta ve eşine benziyorlar sanki.
Roman hacim olarak kalın olsa dahi bölümlerdeki geçiş ve uyandırdığı merak hissi sayesinde kendini kolayca okutabiliyor. Bir nevi Türkiye'nin Schindler'in Listesi diyebileceğimiz bir roman. Özellikle döneme ilgi duyanlar için gayet davetkar olduğunu da söyleyebilirim.


Desiqner

Ömer Nasuhi Bilmen - Büyük Islam Ilmihali
Imam-ı Gazzali-Ihya-u Ulumiddin

kamuri


mehmet yılmaz

Bu başlığa epeydir yazmamışım.
Birikenleri yazayım bari :)

Yedinci Şehir - Özkan Yalçın  Ötüken Neşriyat

Beş Şehir ( Tanpınar ) ve Altıncı Şehir ( A.T. Alkan ) kitaplarını hayranlıkla okumuş biri olarak Yedinci Şehri de benzer duygularla aldım. İlk iki kitaptan keyif almak için illa da oralı olmanıza, hatta oraları bilmenize bile lüzum yoktu. Ancak bu kitap için mutlaka Amasyalı olmak gerekiyormuş diye düşünüyorum. Maalesef beklediğim lezzeti alamadım.

Beş Şehir- A. Hamdi Tanpınar - Dergah

Gerçek bir klasik. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çocukluk yılları da dahil ömrünün belli bölümlerini geçirdiği Ankara, Bursa, Konya, Erzurum ve İstanbul'a dair gözlemlerinin yer aldığı bir başyapıt.

Umre Rehberi - Reşit Haylamaz - Kaynak Kitap

Umre'ye gitmeden bir ay kadar önce temin edip okudum. Oldukça özenli hazırlanmış, doyurucu bilgilerin olduğu bir kitap. İyi bir rehber olduğu kesin. Bu anlamda bir ön hazırlık düşünen herkese tavsiye ederim.

Türkiye'nin Hukuk Serüveni - Taha Akyol - Doğan Kitap

Taha Akyol'un özenli araştırmalarına alışkın olanların yabancılık çekmeyeceği bir kitap. Bilhassa ilk bölümleri çok çarpıcı. İslam dini nasıl bir yönetim şekli miras bırakmış? Monarşi, cumhuriyet gibi yönetim şekilleriyle tarih boyunca yönetilen müslüman toplumlarda demokrasi olabilir mi? gibi soruların cevaplarını arıyor kitap. Tarihi ve dini temellere göndermeler yaparken özellikle AKP'nin son dönemleriyle ilgili açılımlar da yapıyor.

Hac Günlüğü - A. Turan Alkan - Timaş

2002 yılında okumuştum bu kitabı. Umre'ye gitmeden evvel tekrar okudum. Hoca'nın kendine has üslubu ve kuvvetli kalemiyle anlattığı hac günleri var. Hac ya da umre niyeti olanlara bilhassa tavsiye ederim.

Osmanlı ve Modern Türkiye - Prof. Dr. Halil İnalcık - Timaş

100 yaşındaki bir tarih devinin notlarından oluşuyor bu kitap. Halil İnalcık hoca, Devşirme sisteminden, Osmanlı vergi sistemine, Atatürk'ten, hilafete kadar oldukça geniş bir sahada bilgi veriyor bize.

Bir Asır Sonra Balkan Savaşları - Der. Mustafa Çalık

Gaziantep'te yaşayan öğretmen dostum ve kalem erbabı Oğuzhan Saygılı bildirmese bu harika kitaptan bihaber kalacaktım. Kendisinin de bir makalesinin bulunduğu kitap, Taha Akyol'un 'Rumeli'ye Elveda' ve merhum Yılmaz Öztuna'nın 'Rumelini Kaybımız' kitapları kadar başarılı bir kitap.

Bir Asır Sonra Balkan Savaşları, alt başlık olarak gayet isabetli bir tercihle 'Utanç Verici Bir Hezimetin Muhasebesi' başlığını kullanmış. Kitabı derleyen kişi Türkiye Günlüğü dergisinin efsanevi ismi Mustafa Çalık. Kitap bir derleme demiştim. İçinde Nevzat Kösoğlu ve Yılmaz Öztuna gibi rahmetli üstatların da mevcut olduğu 11 farklı yazarın 13 farklı makalesi var. Açık söyleyeyim her biri birbirinden ilgi çekici.

Balkan Savaşları bizim tarihimizin bence en acı sayfasıdır. Elbette bu görece bir durum ama asırlar boyunca verilen emek ve sonrasında orada geçirilen 500 yıldan sonra o koskoca vatanı sadece birkaç ay içinde kaybetmiş olmak inanılacak gibi değildir. Üstelik bu savaşlar eğer Trablusgarb'ı da sayarsak neredeyse tam 10 yıl sürecek olan bir savaşlar silsilesinin içinde. Ve bizim bilerek ya da cehaleten ıskaladığımız bir şey var; orası Avrupa Türkiye'si idi ve biz o savaşta bir vatan kaybettik.

Kitaba göz attığımızda enfes bir kapak fotoğrafının olduğunu ifade etmek lazım. Mola vermiş bir Türk askeri kıtasının fotoğrafı var kapakta. Mustafa Çalık'ın şahane takdiminin ardından rahmetli Yılmaz Öztuna hocamızdan Balkan Savaşının kısa tarihini okuyoruz. Mehmet Beşikçi, ilginç bir ayrıntıya dikkat çekiyor ve savaş öncesi kağıt üstünde muazzam bir güç teşkil eden redif birliklerin harp alanında nasıl darmadağın olduğunu anlatıyor. Doruk Akyüz ise sürekli çekilmek zorunda kalan ordumuzun Çatalca önünde yaptığı savunmanın, yeni bir tecrübe olduğunu ve siper savaşı denilen bu tekniğin Çanakkale'nin kazanılmasında önemli bir tecrübe basamağı olacağını anlatıyor.

Mustafa Yeni ise dönemin askeri yeniliklerinden birisi olan motorlu taşıtların savaşa olan etkisinden söz ediyor. Mesut Uyar, savaşı kaybetmemizdeki en büyük sebeplerden olan askeri politikamızın iflasını anlatmış.

Merhum Nevzat Kösoğlu ise Balkan Savaşları döneminde ortaya çıkan Enver Paşa efsanesini anlatırken, Paşa'nın özellikle Trablusgarp Cephesindeki başarıları ve sonrasında geldiği İstanbul'da gösterdiği ataklıkla Edirne'nin geri alınması hamlesindeki rolünü ortaya koyan bir yazı kaleme almış. Hasip Saygılı ise savaşın sürpriz bir şekilde kaybedilmesi ve hatta bizim için adeta bir felakete dönüşmesini anlatırken bu duruma yol açan sebeplerden , çeşitli kaynakları referans göstererek söz etmiş.

Oğuzhan Saygılı ise çok önemli bir eser incelemesi yapmış. Savaş döneminde İstanbul'a gelen ve burada pek çok görüşme yapan Tatar gazeteci Fatih Kerimi'nin kitabını inceleyen Saygılı, Kerimi'nin yaşadığı hayal kırıklılığı ve inanmakta güçlük çektiği İstanbul panoramasını nakletmiş bize. Kerimi'nin eseri savaş muhasebesi adına çok önemli bir kaynak oluşturmuş elbette. Dönemin ruh ve insan halini çok iyi yansıtmış.

Haluk Duman ise Balkan Savaşı'nın Türk edebiyatına yansımalarını incelemiş. Doğrusu hem o dönemde hem de sonrasında edebiyatçılarımız çok sessiz kalmışlar. Önemsiz birkaç şiirin dışında maalesef kayda değer pek bir eser yok. Bunun istisnası büyük hikayecimiz Ömer Seyfettin olmuş. Kendisi de cephede dövüşen ve esir düşen Ömer Seyfettin'in bazı hikayeleri bu anlamda önemli birer kaynağa dönüşmüş durumda.

İsmail Küçükkılınç ise iki makaleyle katkı vermiş kitaba. İkisi de çok değerli yazılar ve anlattığı insanlar da Balkan Harbi açısından aynı önemi haiz. İlkinde, sonrasında Sovyet İhtilalinin öncülerinden ve Stalin muhaliflerinden olacak olan Leon Troçki'nin yazdıkları var. Troçki, savaş alanına bir gazeteci olarak geliyor ve ayakta alkışlanacak kadar namuslu bir tavır takınıyor. Avrupalı ve Rus gazeteciler olayları çarpıtırken, yalan yazarken Troçki gerçeği anlatıyor. Türklere yapılan zulümleri, işlenen cinayetleri, sergilenen vahşeti aynıyla anlatıyor. Bu anlamda dürüstlüğü için her türlü teşekkürü de hak ediyor. Küçükkılınç'ın diğer yazısında ise bir Osmanlı Ermenisi olan Aram Andonyan'ın Balkan Harbi Tarihi kitabının anlatımı var. Tehcir sonrasında fanatik bir Osmanlı düşmanına dönüşecek olan Andonyan bu eserinde ise tam tersine, adeta bizden biriymiş gibi kullanmış kalemini. Gerçekleri bütün çıplaklığıyla anlatan Andonyan yaşanan felaketlerden ötürü de büyük bir hüzün yaşamış.

Velhasıl, Balkan Türk kültürüne alaka duyanlar için harika bir kitap bu...

Pele - Otobiyografim - Goa Yayın

Pele dünyanın en meşhur markalarından birisi. Futbolla ilgilenmeyen birisi dahi Pele'nin adını bilir. Üstelik çoğumuz onu bırakın dünya gözüyle seyretmeyi, TV'den bile seyretmemişizdir. Sanırım onu bir futbol efsanesi haline getiren şeylerden birisi de bu.

Pele'nin, otobiyografik kitabını yayınlamasının üzerinden biraz zaman geçti. Her ne kadar otobiyografi dese de birkaç yazar tarafından onun konuşmaları kaleme alınmış. 1940 yılında Brezilya'nın küçük ve fakir bir kasabası olan Bauru'da doğan Edson'un ileride dünyanın en ünlü futbolcusu olacağını kimse tahmin edemezdi belki de.  Pele hayat hikayesini anlatıyor bu kitapta. Mesela Pele lakabının nasıl takıldığını öğreniyoruz. Babası da eski bir futboldur küçük Edson'un ama sakatlık yüzünden bırakmıştır futbolu. Onun takım arkadaşlarından birisi olan kaleci Bile'den dolayı bu lakap verilmiştir kendisine. Ayrıca Edson ismi de ünlü bilim adamı Edison'a olan saygıdan geliyormuş.

Kitap Pele'nin genelde futbol hayatı ama beraberinde özel hayatını da ele alıyor. Futbolun bu kadar endüstriyelleşmediği bir dünyada Pele markasının mesela sponsorluklarla ve yine mesela turnelerle nasıl pazarlandığını da görüyoruz. Pele, hep iyi çocuk olmaya çalışmış. Kitapta da bu anlatılıyor. Eğer bir futbolseverseniz hiç sıkılmadan okuyabiliyorsunuz kitabı.

Devrinin en büyük oyuncusu olan Pele'yi bugünle kıyaslamak doğru değil zira herkesi zamanına göre değerlendirmek lazım. Bugün olsa ne yapardı? Açıkçası kişiye göre değişir ama bence bugünkü gibi oyuncuyu koruyan, sertliğe prim vermeyen kurallarla oynasa çok daha başarılı olabilirdi. Çünkü kart uygulamasının, oyuncu değişikliğinin dahi olmadığı bir dönemden söz ediyoruz. Tabii günümüz futbolu daha kolektif hale geldi ve kondisyon-güç de ön plana çıktı. Pele bunlara uyum sağlayabilir miydi? Meçhul. Lakin kitaptan çıkardığım sonuç odur ki, sağlardı.

Velhasıl, izlenmeyen kahraman Pele'yi tanımak için önemli bir kitap bu...

Tirende Bir Keman - Mustafa Kutlu - Dergah Yayınları

Mustafa Kutlu, Türk hikayeciliğinin özel isimlerinden birisi. Benim onun kitaplarıyla tanışıklığım üniversite yıllarıma dayanır. Ya Tahammül Ya Sefer ve ardından Yoksulluk İçimizde... O zamanlar az yazardı. 2000 yılında çıkan Uzun Hikaye'yle birlikte bir geleneği de başlatmıştı ve her sene bir kitabı çıkar olmuştu. Güzel hikayelerdi; Kutlu'nun üslubunu taşıyan, iyi hikayeler. Bunlar arasında Beyhude Ömrüm ve Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı bence diğerlerinden birkaç basamak daha üstte idi ama hiç biri Uzun Hikaye'nin yerini tutamıyordu. Elbette bu benim şahsi görüşüm.

2015, yeni bir Kutlu kitabını da beraberinde getirmiş. Getirmiş diyorum çünkü Mustafa Kutlu, kendine has okur kitlesi nedeniyle öyle pek reklam, tanıtım, röportaj gibi şeylerle uğraşmaz. Onu arayan, bulur. Nitekim ben de buldum. Yeni kitabın ismi 'Tiren'de Bir Keman' idi. Kapağında yine Uzun Hikaye'nin filmi çekilmeden önceki baskılarında olduğu gibi trenli bir fotoğraf vardı. Belki de bu bir işaretti. Öyle ya, ben bir türlü Uzun Hikaye'ye denk tutamıyordum hiç birini. Ancak bu defa olmuş. Bu hikayeyi çok beğendim, fazlasıyla da etkisinde kaldım.

Mevzumuz, müzisyen bir ailenin üç kuşağının hikayesi. Kemancı Sadullah var ama esas oğlan onun oğlu Kenan. Usta bir kemancı ve yakışıklı bir adam olan Kenan'ın da bir oğlu olacak ve ona babasının adını verecek. Ancak Sadullah yerine Sado olarak bilinecek daha çok. İşte bu sanatkar ailenin yaklaşık otuz yıllık serüveni var bu hikayede.

Üslup, yine Mustafa Kutlu üslubu. O, hikayelerini oturup adeta bir solukta yazarmış. Öyle geri dönüp, düzeltmeyle falan da uğraşmazmış.  Tıpkı, sohbet eder gibi. Hani, uzun yıllar görmediğiniz bir tanıdığınıza denk gelir ve sorarsınız ya, 'ne var ne yok?'... Hani, o da başlar anlatmaya, böyleyken böyle oldu... İşte tam o kıvamda; Uzun Hikaye gibi yani...

Tirende Bir Keman'da gazinolar ile pavyonlar arasında gidip gelen, sanatçı ruhlu ama kara bahtlı insanların dünyasına gidiyor Kutlu. Birbirinden güzel sanat müziği eserleriyle üstelik. Mahurdan hüzzama; Muallim İsmail Hakkı Bey'den Yahya Kemal'e...

Bazı kitaplar beni çok etkiler. Günlerce tesirinden kurtulamam ve bunlar genelde hüzünlü kitaplar olur. Konuyla ilgili çok fazla ayrıntı vermek istemiyorum ama burada da aynısı oldu. Mustafa Kutlu, Tirende Bir Keman demiş, bense yürekte tüter duman diyorum. Çünkü içimde yangınlar çıktı, üzüldüm, hem de çok üzüldüm.

Kutlu'nun başarılı üslubu kitabı çabucak okunur hale getiriyor. Bölümler kısa tutulmuş, dil tamamen sohbet tarzında kurgulanmış ve hiçbir şekilde sıkmıyor. Dediğim gibi, kitap okumaktan çok bir sohbeti dinliyormuş gibisiniz. Yorulmuyor, zamanın geçişini anlamıyorsunuz. Bir güne sığdırabilirsiniz kitabın tamamını.

Bu bir uzun hikaye, hem tür olarak hem de özel manada...

Son olarak, kitaba başlamadan evvel tamamen bir rastlantı olarak Şekip Ayhan Özışık'ın uşşak makamındaki eseri, Unutamam Seni'yi dinlemiştim. Kitabı okurken aklımda hep o sözler vardı ve şimdi ben 'Tirende Bir Keman' için, 'Gün gelir de beni unutursun demiştin (...) Ne ben seni unutabildim, ne bu derdimi avutabildim (...) Unutamam seni, unutamam... 'diye seslenmek geliyor içimden...

Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk - YKY

Orhan Pamuk, Türkiye'nin uluslar arası piyasadaki en popüler yazarı; bu kesin. Seveni, beğeneni olduğu kadar nefret edeni de hayli fazla. Ben ikisi de değilim. Kafamda Bir Tuhaflık, Pamuk'un son romanı. Benimse okuduğum beşinci Pamuk kitabı. Aralık 2014'te yayımlanan roman epeyce satıyor.

Pamuk'un kitaplarının bir özelliği de bence şudur; çok satar ama az okunur. Bir nevi popüler kültür ürünüdür. Almak sanki bir itibar kazandırır lakin okuma konusunda zayıf kalınır. Kafamda Bir Tuhaflık ise kendini okutan bir roman. Hacimce fazla olmasına rağmen akıcı ve başarılı. Bunu söylemem lazım.

Ne zaman Orhan Pamuk bahsi geçse ben merhum Tarık Buğra'nın bir cümlesini hatırlarım. 'Keşke, geçim sıkıntım olmasa ve kendimi sadece romanlara verebilseydim' der büyük romancı Buğra. Bu anlamda Pamuk, tabiri caizse tuzu kurular arasında. Bu rahatlık onun tamamen romanlarına odaklanmasını sağlayabiliyor. Zaten Kafamda Bir Tuhaflık'ı altı seneye yayılan bir süreçte yazmış.

Aslında romanın ismi basbayağı 'Boza' ya da 'Bozacı Mevlut' olabilirmiş.  Belki bozacı-şıracı eşleşmesinden çekindi. Konusu için ne denir bilemiyorum. 1960'larda İstanbul'a gelmeye başlayan Beyşehirli Mevlut ve akrabalarının İstanbul'daki hayatları diyebiliriz. Bu zaman diliminde yoğurtçuluk, bozacılık gibi işler yapan Mevlut'u merkezde tutan roman, onun etrafında amca çocukları, eşi, onun kardeşleri ve İstanbul'a göç etmiş pek çok kişiyi tahkiye ediyor. Adeta bir İstanbul romanı gibi de okunabilir pekala...

Mevlut, iyi birisi. Günahıyla, sevabıyla, cehaletiyle, asaletiyle... Sıradan bir insan ama iyi bir insan, iyi bir eş ve iyi bir baba. Yıllar geçtikçe İstanbul'la birlikte o da dönüşüyor. Pamuk, sadece Mevlut karakterini değil Süleyman'dan, Ferhat'a; Rayiha'dan Samiha'ya kadar pek çok karakter başarıyla resmedilmiş. Efendi Hazretleri, Hacı Hamit Vural gibi tiplemeler de romana ayrı bir tat katmış.

Tabii Pamuk siyaset yapmak, konuşmak ister mi, istemez mi, bilinmez. Lakin doğal olarak yapıyor. Çünkü bir şehrin ve ona sığınmış bireylerin yarım asırlık tarihini anlatacaksanız, siyasete değinmemek pek de mümkün değil. Hayırsever iş adamı  Hacı Hamit Vural ve mafyatik adamları; dahası amca oğulları Korkut ve Süleyman gibi tipler milliyetçi-muhafazakar kitlenin adamlarıdır lakin kapitalizme esir olmuşlardır; savundukları hayata uygun yaşadıkları da pek söylenemez. Siyasetin gölgesine sığınıp, gemilerini yüzdürmektedirler. Öte yandan Alevi ve Kürt kökenli olup, karşı cenahta yer alan Ferhat da zamana esir düşüyor ve paranın peşinde ömür tüketiyor. Para, ideolojileri satın alıyor. Ülkenin dönüşüm süreci bu insanları da etkiliyor.

Tam da roman biterken 'Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan.' diyordu bir müşterisi Mevlut'e. Pamuk'un bu romanda bir bakıma İstanbul nostaljisi yaptığı da söylenebilir. Eskiye hasret ve tabiri caizse yağmalanan bir şehir. Önce göçle gelen nüfus tarafından, ardından ise kentsel dönüşüm ve gökdelenler ahalisince gerçekleşiyor bu yıkım. Bu anlamda İstanbul'un eski sahipleri olan Ermeni ve Rumlara yapılan haksızlığı da irdeliyor Pamuk. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve Kıbrıs Sorunu esnasındaki toplu gidişler gibi. Bunlara asla itirazım yok ancak Pamuk, keşke romanına mesela Balkanlardan kaçmak zorunda kalan; beş asırlık vatanını terk eden ve terk etmezse katledilecek yüz binlerden birisi olacak olan bir Türk ailesinin torunlarından birilerini de koyabilseydi.  Onları da konuşturabilseydi. Zaten ben de dahil pek çok insanın Pamuk'a şerh düştüğü esas husus bu; adeta bir yerli oryantalist gibi davranması...

Ezcümle, romancılık açısından oldukça başarılı bir eserle karşı karşıyayız. Ama en başarılısı değil!

mehmet yılmaz

Beyoğlu Rapsodisi
Ahmet Ümit - Everest Yayınları


Ahmet Ümit, kendine has okur kitlesi oluşturabilen yazarlardan birisi. Polisiye romanları bazı eleştirilere maruz kalsa da okunuyor, beğeniliyor. Beyoğlu Rapsodisi, Ümit'in okuduğum üçüncü kitabıydı. Burada merkezde cinayet mevzusu var. Ancak bu kez cinayet/ler öyle ilk sayfalarda çıkmıyor karşımıza. Epey bir okuyorsunuz karşılaşabilmek için.

Romanda üç erkek ve bir kadın karakter ön palana çıkıyor. Bunlar çocukluktan bu yana çok samimi arkadaş ve ellili yaşlarına yaklaşmak üzere olan Selim, Kenan ve Nihat ile İstanbul'da yaşayan bir Rus olan Katya. Selim ve Kenan oldukça varlıklı insanlar. Zaten roman boyunca bu zenginlikleri ve ekonomik üstünlükleri sıklıkla gözümüze çarpıyor. Romanda anlatıcı kişi Selim. İçlerinde en aklı başında, en mantıklı davranan kişi de kendisi zaten.

Nitekim bütün o işlere girmeleri de uçarı ve savruk bir tip olan Kenan'ın fotoğrafçılık merakıyla oluyor. Roman, ortalama 20-25 sayfalık bölümlerden oluşuyor. Ara karakterler de var. Özellikle zaman konusunda bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de kurgu icabı bu zorlamayı yapmış yazar.

Adamlar Beyoğlu'nun eskilerinden. Özellikle Selim, tam bir Beyoğlu uzmanı. Zaten Ahmet Ümit, İstanbul Hatırası'nda yaptığı şeyi burada da Beyoğlu üzerinden yapıyor. Benim gibi İstanbul'da yaşamayan ve dolayısıyla Beyoğlu'nu çok da iyi bilmeyenler için fazla bir şey ifade etmeyen bir sürü bilgi var romanda. Ama eminim Beyoğlu sakinleri ya da müdavimleri için çok özel bilgilerdir bunlar.

Roman son bölümlere kadar normal bir işleyişle devam ediyor. Hatta içinizden 'E, iyice sona geldim; ne olacak ki bu kadar az sayfada?' diye düşünebiliyorsunuz. Ancak yazar, numarasını sona saklamış. Sürpriz bir final bekliyor okurları. Romanı da kurtarıyor bu son.

Ayrıca bu son bir ay içinde,
Merhum Cemil Meriç'in muhtelif dergilerde yayımlanmış ya da hiç yayımlanmamış yazı ve konuşmalarının derlendiği kitabı KÜLTÜRDEN İRFANA; Cengiz Aytmatov'un Issık Göl kenarında geçen ve bir çocuğun hikayesini anlattığı muhteşem romanı
BEYAZ GEMİ'yi bir kez daha; Yine Aytmatov'un biyografik kitabı olan ÇOCUKLUĞUM'u; Ali Tokul'un Orta Asya ülkelerine giden ilk Türk öğretmenlerin yaşadıklarını anlatan ve hepsi de gerçek olan hikayelerin bulunduğu
AKASYA HİKAYELERİ ile gazeteci Ahmet Dönmez'in kaleme aldığı ve Erdoğan ile bazı AKP'liler hakkındaki yolsuzluk iddialarının yer aldığı YÜZDE ON adlı kitapları okudum.

emre

Uzun zamandır yazamadım özellikle askerlik sayesinde çok kitap geçmişti elimizden. En azından sivil hayatta okuduklarımızdan bahsedelim :)

Şu anda Allah de ötesini bırak-2 (Niyet) kitabını okuyorum. Öncesinde de bayağı popüler olduğu için okumadığım 1. kitabı okumuştum. Kendisini ruhsal danışman ve yazar olarak nitelendiren Uğur Koşar'ın kitapları. Beklentimin çok üstünde, çok güzel bir bakış açısıyla yazılmış, her okuyana bir şeyler katacağını düşündüğüm kitaplar. İkisini de tavsiye ederim.

Bu arada Okay Tiryakioğlu'nun Çaldıran kitabını da bitirdim. Vehimi Orhun Çelebi'yi çok yakından tanıtan bir kitap. Güzel olmasıyla birlikte üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazıyor sanki Okay Tiryakioğlu. Seri üretim gibi kitapları :)


Sercan

En son Derviş Hoca'yı okudum. İçinde bolca Samsun geçen bir kitap olmuş. Ben çok beğendim, okurken hiç sıkılmadım gerçekten.. Mehmet Yılmaz abimizin kalemine sağlık..

mehmet yılmaz

Alıntı yapılan: emre - 13 Nisan 2015, 21:10:35
Bu arada Okay Tiryakioğlu'nun Çaldıran kitabını da bitirdim. Vehimi Orhun Çelebi'yi çok yakından tanıtan bir kitap. Güzel olmasıyla birlikte üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazıyor sanki Okay Tiryakioğlu. Seri üretim gibi kitapları :)


Vehimi Orhun Çelebi çok sıkı bir karakterdi ama. Ben çok beğenmiştim. Gerçi bundan sonra anlatacağı bir şey kalmamıştır onunla ilgili :)

Alıntı yapılan: Sercan - 13 Nisan 2015, 21:17:51
En son Derviş Hoca'yı okudum. İçinde bolca Samsun geçen bir kitap olmuş. Ben çok beğendim, okurken hiç sıkılmadım gerçekten.. Mehmet Yılmaz abimizin kalemine sağlık..


Teşekkürler Sercan, beğenmiş olmana sevindim.

emre

Vehimi karakterini ben de çok beğendim abi, daha önce bir kitabında daha kullanmıştı bu kadar olmasa da. Bence de artık başka şeyler anlatır herhalde.

Derviş Hoca'yı ben de askerde temin edip okumuştum. Yazar Samsun'a aşık biri galiba. Samsun'u öve öve bitirememiş  :P Hakkı da var tabi  :)

mehmet yılmaz

Beyoğlu Rapsodisi
Ahmet Ümit - Everest Yayınları


Ahmet Ümit, kendine has okur kitlesi oluşturabilen yazarlardan birisi. Polisiye romanları bazı eleştirilere maruz kalsa da okunuyor, beğeniliyor. Beyoğlu Rapsodisi, Ümit'in okuduğum üçüncü kitabıydı. Burada merkezde cinayet mevzusu var. Ancak bu kez cinayet/ler öyle ilk sayfalarda çıkmıyor karşımıza. Epey bir okuyorsunuz karşılaşabilmek için.
Romanda üç erkek ve bir kadın karakter ön palana çıkıyor. Bunlar çocukluktan bu yana çok samimi arkadaş ve ellili yaşlarına yaklaşmak üzere olan Selim, Kenan ve Nihat ile İstanbul'da yaşayan bir Rus olan Katya. Selim ve Kenan oldukça varlıklı insanlar. Zaten roman boyunca bu zenginlikleri ve ekonomik üstünlükleri sıklıkla gözümüze çarpıyor. Romanda anlatıcı kişi Selim. İçlerinde en aklı başında, en mantıklı davranan kişi de kendisi zaten.
Nitekim bütün o işlere girmeleri de uçarı ve savruk bir tip olan Kenan'ın fotoğrafçılık merakıyla oluyor. Roman, ortalama 20-25 sayfalık bölümlerden oluşuyor. Ara karakterler de var. Özellikle zaman konusunda bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de kurgu icabı bu zorlamayı yapmış yazar.
Adamlar Beyoğlu'nun eskilerinden. Özellikle Selim, tam bir Beyoğlu uzmanı. Zaten Ahmet Ümit, İstanbul Hatırası'nda yaptığı şeyi burada da Beyoğlu üzerinden yapıyor. Benim gibi İstanbul'da yaşamayan ve dolayısıyla Beyoğlu'nu çok da iyi bilmeyenler için fazla bir şey ifade etmeyen bir sürü bilgi var romanda. Ama eminim Beyoğlu sakinleri ya da müdavimleri için çok özel bilgilerdir bunlar.
Roman son bölümlere kadar normal bir işleyişle devam ediyor. Hatta içinizden 'E, iyice sona geldim; ne olacak ki bu kadar az sayfada?' diye düşünebiliyorsunuz. Ancak yazar, numarasını sona saklamış. Sürpriz bir final bekliyor okurları. Romanı da kurtarıyor bu son.


mehmet yılmaz

İlber Ortaylı / Türklerin Tarihi / Timaş Yayınları

İlber Ortaylı, sıra dışı bir isim. Kendine has bir üslubu var. Ancak gerçek bir tarihçi ve eskilerin tabiriyle tam bir ilim deryası. Ortaylı, Osmanlı tarihi konusunda dünyaca ünlü bir uzman. Çok sayıda lisan bilen ve uluslar arası üniversitelerde oldukça saygın bir yeri olan bir hoca.
Türklerin Tarihi, Ortaylı ile yapılan nehir röportajlardan oluşuyor. Kitabın önsözünde bunun iki ciltlik bir çalışmanın ilk cildi olduğu söyleniyor. Zaten kronolojiye uygun olarak giden anlatımlarda Hunlardan başlayıp İstanbul'un Fethine kadarki bölüm anlatılıyor. Farklı zamanlarda yapılmış röportajlar olduğu için bazı tekrarlar göze çarpıyor ancak Ortaylı bizleri Türk tarihinde ciddi bir yolculuğa çıkarıyor.
Ortaylı kitapta her şeyden evvel Türk tarihinin eski dünya kıtaları tarihiyle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyor. Bugün Türkler olmadan ne bir Asya ne de bir Avrupa tarihi yazılabilir. Kitapta Hunlardan başlayıp, Göktürklere, oradan ilk Müslüman Türk devletlerine, Türklerin Anadolu'ya gelişine ve beylikler arasından nasıl olup da Osmanlı'nın ön plana çıktığına kadar pek çok konuya cevap veriyor.
Bilhassa Anadolu'ya gelişimiz sırasında buranın durumu ve sonrasındaki nüfus hareketleri çarpıcı bir şekilde anlatılmış. Elbette bazı ilginç bilgiler de var. Mesela biz Türkler Anadolu'ya İklim-i Rum ( Roma ülkesi ) derken İtalyanlar ise Turchia ( Türkiya ) diyorlarmış. Bu arada Anatolia demek de Roma için Doğu demekmiş.
Sultan Alparslan'ın 1071'deki parlak zafere rağmen asıl hedefinin Suriye ve Mısır olduğu, Anadolu'nun kapılarının açıldığını ama o an için kimsenin durumu tam olarak idrak edemediğini anlatıyor. Anadolu'ya gelen Türkmenler'in iskan süreci ve birkaç asır sonra Türklerin Asya ortalarından kalkıp da ta Balkanlar'a kadar ilerlemesini anlatıyor.
Tarihimize ilgi duyuyorsanız bu kitap kesinlikle size göre demektir.